Anne ve Babalara bir “masal”

Posted on 27 Mayıs 2010 by Şebnem Akalın

Hayvanlar Okulu

Bir zamanlar, hayvanlar bu “yeni dünya”nın sorunlarına bir çare bulabilmek için önemli birşeyler yapmaya karar vermişler. Ve bir okul ayarlamışlar.

Koşma, tırmanma, yüzme ve uçma ağırlıklı bir müfredat oluşturmuşlar. Müfredatı uygulamayı kolaylaştırmak amacıyla bütün hayvanlar aynı dersleri almışlar.

Ördek yüzmede öğretmeninden bile iyiymiş, ama uçmadan zar zor not alırken, koşmadan kalmış. Çok yavaş koşabildiğinden okuldan sonra bol pratik yapabilmek için yüzmeden zaman çalmaya başlamış. Bu, perdeli ayakları zarar görene kadar devam etmiş; yüzmede de sıradan bir öğrenci oluvermiş. Okulda sıradan bir öğrenci olmak kabul görüyormuş. Bu yüzden bu olay ördek hariç hiç kimsenin umrunda olmamış.

Okulda koşmada en başarılı tavşanmış, ama tavşan iyi yüzmek için yaptığı ekstra çalışmalardan yorgun düşmüş.

Sincap ise tırmanma birincisiymiş. Uçma dersinde öğretmeni ağacın üstünden altına doğru değil de, altından üstüne doğru koşturmasını isteyince büyük bir hayal kırıklığı yaşamış. Bu yüzden tırmanma notu C’ye, koşma notu da D’ye inmiş.

Kartal sınıfın problemli öğrencisiymiş. Kartalı disiplin altına almak çok zaman almış. Tırmanma dersinde ağacın başına tırmanırken diğer bütün hayvanları altetmiş, ama bunu yaparken tamamen kendi yöntemlerini kullanmakta ısrarlı davranmış.

Yıl sonunda oldukça iyi yüzebilen ve aynı zamanda koşabilen, tırmanabilen ve uçabilen biraz anormal su yılanı en yüksek ortalamayı tutturmuş ve sınıf birincisi olarak konuşma yapmış.

Çayır köpekleri okul dışında kaldıklarından okul harcıyla boğuşmak zorunda kalmışlar, çünkü idare müfredata kazmayı ve oyuk açmayı eklemiyormuş. Yavrularını bir porsuğun yanına çırak olarak vermişler. Daha sonra da dağ sıçanı ve sincaplara katılıp özel bir okul açma girişiminde bulunmuşlar.

Bu masaldan çıkarılacak bir ders olabilir mi?

George H. Reavis

Tavuk Suyuna Çorba Kitabından

Röntgen ışını nasıl bulundu?

Posted on 22 Mart 2011 by Şebnem Akalın

İlk defa kafa röntgeni çekilen insanların kendi kemiklerini görünce korkudan düşüp bayıldıklarını biliyor musunuz? Dünyada çekilmiş ilk röntgen filminin hala mevcut bulunduğunu ve bunun mucidin karısının sol eli olduğunu? Kendi elinin kemiklerini görünce,”adeta ölümümü görüyorum “diyerek çığlık atan hanımefendinin odadan koşarak kaçtığını? O dönemdeki herkes için çok şaşırtıcı bir buluş olan röntgen nasıl keşfedildi? William Conrad Roentgen prusyalı genç bir delikanlıydı..Amerika da harp akademisinde eğitim görüyordu,henüz 17 yaşındaydı..

yöneticilerden birinin karikatürünü çizen arkadaşını ele vermemek için üzerinde yapılan baskılara direndi ancak mezuniyet belgesi alamadan okuldan atıldı..bu itaatsizliğinden dolayı ne bir alman ne de bir hollanda lisesine alınmadı..üniversite eğitimi hayalleri de suya düşmüş oluyordu bu nedenle..ama bu engel onun ileride  x ışınını keşfetmesine neden olmuş olabilir.lise mezuniyetine dair belge gerektirmeyen bir okul olan zürih teki politeknik okuluna kaydoldu mecburen..burada karmaşık makinler yapmasını sağlayacak makine mühendisliği dersleri de aldı..Alet yapım ve tasarımındaki üstün yeteneği bir fizikçinin dikkatini çekti..onu asistanı olmaya ikna etti..lise diploması olmaması,akademik eksikliğine rağmen roentgen teorik fizik dalında doktora yaptı.hocasının sadık bir izleyicisi olarak onun gittiği heryere gitti,lise diploma engelini zaman içinde aştı ,okutman ve nihayet profersörlüğe yükseldi..bu arada zengin bir otel sahibinin kızı Berta ile evlendi,Berta nın psikomatik hastalıkları vardı ve arada nöbetler geçiriyordu,bu nedenle Roentgen’in  eşine günde birkaç kez morfin yapması gerekiyordu,sosyal hayatlarında kısıtlanmaya  ve bakım hastası olacak hale gelmesine neden olan bu durum da Roentgen için avantaja dönmüştü.zayıf bir konuşmacı oluşu ,soğuk bir tabiatı ve üstün performans bekleyen disiplinli tavrı nedeniyle öğrencileri tarafından sevilmese de ,herkes tarafından takdir toplayan çok başarılı lab. deneyleri yapıyordu.çeşitli maddeleri barometrik,ışıksal ve elektriksel değişikliklere maruz bırakıp ortaya çıkan  fiziksel değişimleri titizlikle ölçüyordu.yalıtkan bir maddenin,cam  mesela,elektrik yüklü iki kondansator plak arasında hareket ettirildiğinde yalıtkan maddeden akım çıkacağını öğrendi.Roentgen’in öncülü ise Sir William Crookes idi..1861 de talyum elementini keşfettikten sonra,elektirik deşarjının soygazlar üzerindekietkisini incelemek istiyordu ama bunun için,sadece çalışacağı gazı içeren bir atmosferi yaratacağı  özel bir tüpe gereksinimi vardı.Günümüzde Crookes adı verilen tüpleri yaptı.ilk önce bir pompa yardımıyla havanın boşaltıldığı vakum cam silindir yaptı..silindir aynı zamanda, induksiyon bobini pil düzeneği yardımıyla oluşturulan,elektirik akım boşalmaları için elektrotlar da içeriyordu.Crookes katotan anota yüksek voltajlı akım vererek,cam silindir içinde soygazların bazı maddelerin durumunu gözlemlemek istedi.Crookes vakum silindirini yerleştirdiği masaya,bazen kullanılmamış fotografik levhaları da düşürüyordu.Bir süre sonra bunları kullanmak istediğinde levhaların üzerinde çeşitli gölgelenmeler olduğunu gördü..bunun yeni bir ışınım olabileceği aklına dahi gelmedi..bunun yerine üretici firmaya bir şikayet mektubu yazdı:)Aynı şekilde,Crookes silindirinin yanında baryum platinosiyanür tuzlarıyla kaplı kağıtların,katot ışınları geçer geçmez neden florasan ışık yaydığı ünlü fizikçi Phillip Lenard’ında hiç aklına gelmedi..aklına gelmemiş olmasına rağmen,keşfi kendisine değil Roentgen’ e kaldığı için,X ışını keşfinden 10 yıl sonra bile Lenard hazımsızlık çekiyordu,yaptığı konuşmasında,dünya alem x ışınını kabul ederken Obunu o zaman farkettiğini ve zaman bulamadığı için çalışamadığı bir tür radyasyon dalgası olduğunu bildirdi dünyaya  Aslında durumda biraz gerçeklik payı vardı,Crookes tüpünde aliminyum kaplamalı bir pencere koyan ve katot ışınının bunu geçip geçemeyeceğini test etmesi için Roentgen’e yollayan Lenard’dı.Cam tüpün karşısına katot ışınının çıktığını görünür hale getirebilmek için,baryum platinosiyanür kristalleriyle kaplı küçük bir ekran yerleştirdi..Crookes tüpünden katot ışını çıktığı zaman ekranda zayıf bir ışıma görülüyordu..katot ışınları havada ancak birkaç cm ilerleyebiliyordu..bu nedenle ekran cam tüpün çok yakınında duruyordu..Roentgen bir süre sonra katot ışınlarının sadece alimniyum kaplı pencereden değil, cam tüpün çeperinden de çıkıp çıkmadığını merak etmeye başladı..çıkıyorsa bile bu çok zayıf bir ışık olacaktı..cam tüpteki parlama bu zayıf ışını maskeleyebilirdi..bu nedenle ortamı ve cam tüpü karartmaya karar verdi..lab. perdelerini çekti,cam tüpü kartonla kapladı..ışığı kapadı..ve elektirk verdi.. çok şaşırtıcı bişey oldu o an!..tüpten en az 1 metre uzaktaki bir yerden sarı renkli ışıma gördü..önce korktu ve irkildi..hayali olduğunu sandı..ama tekrarladıgında aynı şeyi tekrar gördü.bir kibrit çakarak ışığın geldiği yere baktı..tezgahta bulunan baryumla kaplı kağıtlar unutulmuştu ve ışıma oradan geliyordu! bu florasanın kaynağı çözümsüzdü..ama katot ışını olamazdı..çünkü onlar havada ilerleyemiyordu..Roentgen deneylerini araya 1 deste iskambil ve 5 cm kalınlığında bir kitap koyarak yineledi..her defasında ışığı gördü..artık katot ışınlarının cam tüpü geçip geçmemesiyle ilgilenmiyor yeni bulduğu bu ışını inceliyordu..şimdi  x  adını verdiği ışının geçemeyeceği maddeyi arıyordu..çok geçmeden kurşundan geçemediğni,yoğunluklarına bağlı olarakta öteki maddelerce bu ışının emildiğini saptadı..bu ışın tahta ve kağıt tarafından  emilmiyor, et tarafından çok az emiliyordu..ışının tahta tarafından değişmeden geçmesi ilgisini çekti..x ışının karşısına küçük metal ağırlıklarla asılı olan bir tahta koydu ve baktı..tahtanın sadece gölgesi görünüyorken metal parçalar olduğu gibi görülüyordu. Aralık ayı başında küçük bir  kurşun boruyu tutarak akım verdiği sırada gördükleri Roentgen’i dehşete düşürdü..beklediği gibi levhanın üzerinde borunun koyu gölgesi vardı..ama hiç beklemediği bişey daha vardı..boruyu tutan iki parmağının kemikleri!!x ışınının etinde geçerek kemiklerini gösterebilmesi,neredeyse bir kıyamet belirtisi gibi onu derinden sarstı..şöyle yazıyordu ”gördüğüm şey bilimsel bir olgu değil..dünyevi olmayan düpedüz mistik bir olay..” aynı şeyi,eşi Berta ile paylaşmak istedi..elini tutmasını söyleyerek levhada görüntü oluşturdu. ”aman tanrım kemiklerimi görüyorum..sanki kendi ölümüme bakıyormuşum gibi hissetmeme neden oluyor ” diyerek memnun olmaktan ziyade dehşete düşerek kaçtı    Berta nın sol elinin olduğu görüntü ve raporları  fizik dergisine sundu..derhal yayınlanıp geniş yankı buldu.. ancak insanlar bu vücudun heryerinden,kıyafetlerinden,tenlerinden en mahrem yerlerinden bile geçen bu ışıktan huzursuzluk duydular en başta 1896 yılının ilk 6 ayında x ışını filmi çektirmek moda olmuştu artık..ancak kendi kemikleriyle karşılaşan insanlar korkudan düşüp bayılıyorlardı hatta bir dava bile kazanılmıştı,düşüp sol bacağını inciten bir hukuk öğrencisi..iyileşmeyen hatta kötüleşen yarasından doktorun verdiği exercise ları sorumlu tutmuştu..dr.un avukatlarının tüm itirazlarına rağmenx ışınıyla, bacakta aslında kırık olmuş olduğu tespit edildi..dr. ve davayı kaybetti..

tıpta en büyük 10 keşif..Meyer Friedman M.D. ve Gerald W.Friedland M.D.

This entry was posted in reiki and tagged amerikaışınkemikprusyaradyasyonröntgen,üniversitex ışını. Bookmark the permalink.

hayatın sırrı

Posted on 10 Mayıs 2011 by Şebnem Akalın

Küçük kız babasıyla ormanda yürürken , ayağı takılıp yere düşüyor. Can acısıyla,…”-Ahhh!” diye bağırınca ileride dağın tepesinden aynı “Ahhh” sesi tekrar duyuluyor. Küçük kız dağın tepesinde başka birinin olduğunu sanıp bu kez,”-Sen kimsin?” diyor. Aldığı yanıt;”-Sen kimsin ?” oluyor.

Küçük kız bu yanıta iyice sinirlenip,”-Sen bir korkaksın,neden saklanıyorsun?” diye haykırıyor. Dağdan gelen ses;”-Sen bir korkaksın.” diyor. Sonunda babasına soruyor:

“-Babacığım, ne oluyor böyle?”

“-Dinle ve öğren.” diyor babası.Bu kez de kendisi dağa doğru dönüp ,

“-Sen muhteşemsin” diye bağırıyor. Gelen cevap “-Sen muhteşemsin.” oluyor.Küçük kız çok şaşırıyor ve ne olduğunu anlamıyor. Adam küçük kızına hayat sırrını anlatmaya başlıyor:

Buna yankı denir. Ama aslında bu yaşamdır.Yaşam daima sana senin verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev. Daha fazla şefkat istediğinde ,daha şevkatli ol. Saygı istediğinde insanlara saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen de sabırlı olmayı öğren . Çünkü yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarımızın aynadan bir yansımasıdır.

Hayat sana ancak senin ona verdiklerini verir, bunu unutma…

Alıntıdır..

PARA ENERJİSİ VE ANNE-BABA BAĞIMIZ

Posted on 22 Eylül 2012 by Şebnem Akalın

Eril ilkenin ailedeki en önemli temsilcisi babadır. Baba ve eril ilke yaşamda sağlamlığı ve kalıcılığı temsil eder. Paranın kalabilmesi için babaya “evet” demeniz gerekir. Gökyüzü eril ilkenin en büyük temsilcisi, hava da yaşamanın olmazsa olmazı değil mi zaten? İster yağmur, ister fırtına, ister dolu, ister kar getirsin, havaya “hayır” diyebilir misiniz?

Babamıza “evet” demek, tıpkı hava gibi ona her koşulda rıza göstermektir. Başka bir deyişle ona tüm yaşamı, deneyimleri, suçları, eksik/fazla yanları, hataları, geçmişi, genetik kodlamasında kaydı bulunan bulunmayan tüm ataları, onların yaptıkları/yapmadıkları, evrensel/bütünsel sisteme verdikleri veremedikleri ile hiç ayırımsız total ve koşulsuz bir kabul anlamına gelir. Biz babamızın bazı yanlarını beğenmez ve reddersek…

İşiniz var. Çalışıyorsunuz, geliriniz birçoğunun özeneceği kadar yüksek. Demek dişi ilke, dünya ana ve tabii kendi annenizle ilişkileriniz gereğince iyi. Buna karşın kazancınızda bereket yok. Ne yapsanız en azından bir ev sahibi olamıyor, paranızın birikmesini sağlayamıyorsunuz. Hatta bu kadar gelire rağmen gelirinizi giderinize denkleştiremiyor, ay sonuna borçsuz ulaşamıyorsunuz.

Bir işyeri sahibisiniz. Çalışanlarınız, müşterileriniz memnun, ürününüz kolayca pazarlanıyor, vergilerinizi, SSK, Bağ-Kur ödemelerinizi düzenli gerçekleştirebiliyorsunuz. Para akışınız da iyi, tahsilâtlarda her hangi bir tıkanıklık görmüyorsunuz. Buna karşın kazancınızda bereket yok. Ne yapsanız en azından bir ev sahibi olamıyor, paranızın birikmesini sağlayamıyorsunuz. Herkese yardım eden, varlığıyla destek sunan siz kendiniz için belli bir rakamdan sonrasını ayıramıyorsunuz.

Her şeyin bu kadar iyi olmasına rağmen birikim yapamamanızı bir türlü açıklayamıyor, neredeyse nazara, büyüye bağlıyorsunuz…

Dikkat edin! Annenizle ilişkiniz gereğinden fazla iyi olabilir…

Bert Hellinger “düzen bir araya getirir, böylece sevgi akar” diyor. Aile en küçük toplumsal birliktir. Ailede evrensel düzen sevginin akışkanlığını sağlar. Ailede düzen her şeyden önce, ebeveynlerin vermesi ve çocukların alması üzerine kuruludur. Ebeveynler, kendi anne babalarından ve yaşam boyu birbirlerinden aldıklarını, çocuklara aktarırlar. Çocuklar ise önce ebeveynlerini anne ve babaları olarak kabul eder, sonra da onların kendilerine sunduklarını alıp kendi deneyimlerinden gelen zenginliklere temel olarak kullanırlar. Herkes daha önce kendi anne babasından ve daha sonra eşinden aldıklarını birleştirip sonraki nesle sundukça bir araya getiren düzen kalıcılık kazanır ve buna bağlı olarak sevgi sorunsuzca akar. Böylesi bir sevgiyle desteklenen kişi yaşamda tartışmasız başarıya ulaşır.

Burada sözünü ettiğimiz veriş ve alış genel bir veriş ve alış hali değil, tam olarak yaşamın verilişi ve alınışı halidir. Ebeveynler çocuklarına geldikleri sıraya göre yaşamdan elde ettiklerini verirler, çocuklar da geldikleri sıraya göre önce anne ve babalarından sonra büyük kardeşlerden yaşamı ve aile büyüklerinin yaşamdan elde ettiklerini alırlar.

En büyük kardeş en önce geldiğinden, anne babadan en çok alandır. O da kardeşlerine en çok verir. İlk kardeş herkese verir, ikinci abiden/abladan alır, kardeşlerine verir ve bu sırayla devam ederken, en son gelen kardeş anne babadan en az ve büyük kardeşlerden en fazla alan olur.

Yaşamın ilerleyen yıllarında, ebeveynler yaşlanıp bakıma muhtaç hale geldiğinde, diğer kardeşlerinden en çok alan küçük kardeş, anne ve babasının bakımını üstlenir. Böylece dengeyi sağlamaya gayret eder. Bu diğer kardeşlerin kendisine yardım etmeyeceği anlamına gelmez ama görevin büyüğünü üstleneceğine işaret eder. Bu zorlamayla değil, kendiliğinden olandır.

Sevgi düzenleri, çocukların yaşamı anne babalarından tam da onların verdiği gibi ve bütünlüğüyle almalarını gerektirir. Ayrıca anne ve babalarını “keşke benim annem babam daha farklı, -örneğin- daha zengin, daha kültürlü, daha zeki, daha akıllı olsaydı” türünden her hangi bir dilekle değil tam da oldukları gibi almalarını, kabul etmelerini gerektirir.

Bütün bunlar olurken elbette anne ve baba kendi arasında da birlikte düzen içinde olmanın ve sevginin akmasına izin vermenin yolunda olmalıdırlar. Bu yolda kalmayı reddetmeleri, aralarında sürtüşmelere, tartışmalara hatta kavgalara kadar gidebilir. Bu büyüklerin işidir ve küçükleri ilgilendirmez. Nehirlerin yukarı akamayacağı gibi, aile içi düzen de geriye doğru kurulamaz.

Çocuklar, görünen ne olursa olsun, ebeveynlerin sorunlarında taraf tutmayı reddetmek zorundadırlar. Her çocuk % 50 anneden ve % 50 babadan gelenlerle ortaya çıkmıştır. Anne ya da babanın bir yönünü reddetmek, eleştirmek, yargılamak, aynı zamanda kendi içindeki bir parçayı da reddetmek, eleştirmek ve yargılamak anlamına gelir. Kendisini bütün olarak alamayan kişi aynı zamanda içinde sevginin akmasını engelleyen kişidir.

Ancak genellikle ebeveynler kendi aralarındaki çözümsüzlükten kurtulmak veya karşı taraf önünde güç kazanmak adına çocuklarına baskı yaparlar. Bunu sözle veya davranışla ortaya koymaları ya da içlerinden geçiriyor olmaları çok da önemli değildir. Sadece aralarında sorun olması yeter. Bu görülmese de sezilir ve hatta ruh tarafından mutlaka bilinir. Çocuklar genellikle, göremedikleri ama sezgisel olarak bildikleri durumda da alenen ortada kavga olan halde de aynı davranır, toplum tarafından yönlendirilmiş bireysel vicdanlarının dayatmasıyla ezilen tarafın yanında olurlar.

Annenin babayı incittiği hallerde çocuk çok da istemeden hatta mümkünse gizlice babasının yanında yer alır. Annenin bunu fark etmesini çok istemez aslında ama vicdanına da yenik düşer işte. Babanın anneyi ezdiği durumlardaysa, çocuk açıkça, göstere göstere babaya kızar, kırılır. Bu davranış sanıldığı kadar saçma ya da gereksiz değildir.

Çocuk gözünde anne en önemli varlıktır. Neredeyse, anne olmadan çocuk da var olamaz. Baba daha sonra gelir ve çocuk en saf haliyle anne varsa babanın yerinin dolacağını sanır. O yüzden annenin mağdur olduğu hallerde taraf tutmak çok daha kolay ve sık rastlanılan bir haldir. Evlat, içten içe annesini üzen babasını yargılar, reddeder hatta elinden gelse cezalandırır. Ayrılık bilinci…

Oysa çocuk bu davranışıyla içindeki eril enerjiyi yargılamış, dışlamış, reddetmiştir. Yaşamdan sağlamlık, kalıcılık ve etkinlik enerjilerini çekebilecek ve kendisinde kalmasını sağlayabilecek alanda enerjisel kopukluk hatta yoksunluk başlatmıştır.

Benzer enerjiler birbirlerine çekilirler yasası gereği, kendi enerji alanında eksik ya da yetersiz olan eril enerji dışarıdan geleni alıp kendine katma ve kullanabilme olanağını kaybetmiştir.

Pek çok kez, çocuk bireysel vicdana kıyasla daha etkili olan sevgi düzenlerine ilişkin içsel bilgisine bağlı kalmayı böylece anne ve babasına eşit mesafede olmayı yeğler. Kendisi için neyin gerekli olduğunu bilen içsel sesi onu hata yapmaktan, kendini eksiltmekten, içerme kapasitesini daraltmaktan uzak tutuyordur. Ancak anne çok eziliyorsa, çocuğa “baban bana haksızlık ediyor, görmüyor musun, bir şey yap, senden başka silahım yok” mesajını, bakışıyla, duruşuyla, tavrıyla hatta gerektiğinde sözle o kadar net vermeye başlar ki, çocuk ister istemez etkilenir. Annesinin artık kendisine sevgi vermeyeceğini sanarak sırf o sevgiyi alabilmek adına kurban rolünü kabul etmeye başlar.

Bu noktadan sonra çocuk giderek zayıf düşmeye ve maddi kayıplara uğramaya başlar. İçsel sesi yaptığı hatayı maddi kayıplarla görünür kılmaya çalışıyordur. Anne desteği tam olduğundan buradaki durum para kazanmayı başaramayan insandan daha farklıdır. Parayı kazanıyor ama gitmesine bir türlü engel olamıyordur.

Bazen erken ölen eşe kırgın kalan anne, bilerek ya da bilmeyerek çocuğun da kırılmasına, erken ölümünü ve kaderini onurlandırması gereken babasına bırakın saygı duymayı kızgınlık duymasına bile sebep olur. Çocuk içten içe iki yönlü suçluluk duymaya başlar. Hem annenin kendisini sevmesi için babasını dışlamak zorunda kalmaktan hem de buna bağlı suçluluk duyarak annesini üzmekten rahatsızdır ama rahatsızlığını dillendirip anlamlandıramaz.

Ya da baba başka bir kadınla gitmek de dahil her hangi bir sebeple aileyi terk etmiş olabilir. Belki de baba para vermiyor ya da kumarda yiyordur. Birini öldürmüş, hırsızlık yapmış, bir şekilde kriminal bir davranışta bulunmuş cezaevine konmuştur. Babanın uzakta olması için haklı haksız pek çok sebep olabilir. Ancak bütün bunlar o çocuğun babası olduğu gerçeğini değiştirmez. Çocuk yukarıda da belirttiğim ve üzerine basa basa tekrar tekrar söylediğim gibi babasına saygı duymak ve onu tam da olduğu haliyle bir bütün olarak almak, kabul etmek zorundadır. Babayı yargılamak, eleştirmek, dışlamak, kendi parçasını dışlamaktır ki bütün olmamıza engel olan bu tür bir davranış bizim yaşamımıza sorunları davet eder çünkü sevgi akışı kendi seçimi yoluyla kesintiye uğramış ve engellenmiştir.

Özellikle baba yaşamın neşe kaynağıdır. Babasını yargılayan çocuk aynı zamanda yaşamın neşe kaynağını da yargılamış ve reddetmiştir.

Anne babamızı yaptıklarından dolayı yargılarsak içimizdeki cezacının harekete geçmesine engel olamayız. Suç cezasız kalmamalıdır, sosyal yaşam bizi ve vicdanımızı böyle eğitmiştir. İçimizdeki cezacının gücü anne babamıza doğrudan ceza vermeye yetmez. Bu nedenle biz çeşitli yollarla kendimize zarar ve böylece dolaylı olarak -kendi bünyemizde- ebeveynlerimize ceza verme eğilimine gireriz.

Kazalar, kayıplar, mutsuzluk bizim yaşarken içten içe sevindiğimiz deneyimler haline gelebilir. Ne de olsa, ebeveynlerimiz bizim bu halimize üzülüyorlardır. Ayrıca, kendimize ceza vermek, içimizde ebeveynimize ilişkin parçaya da ceza vermektir…

Kendimize zarar vermek için önce küçük kazalar yaratırız. Düşer dizimizi, dirseğimizi incitiriz. Daha sonra hastalıklar gelir. Ağır hastalıklar yaratıp, başta bizi babamızdan ayrı tutmaya gayret eden annemizi cezalandırır, sonra da babamıza “bak senin yüzünden neler oldu gördün mü” mesajı veririz.

Giderek neşemizi yitirmeye, içimize kapanmaya başlarız. Bu halimiz ebeveynlerimizin canını yakan, onları üzen bir haldir ve bunu sevgiyle kullanırız onlara karşı… Cezalandırma aslında bir dengeleme arzusudur. Eksik olanı sisteme katmak veya görünür kılmak adına yarattığımız bir yaklaşımdır. Neşeyle yakından bağlantılıdır.

Neşe eril ilkeye daha yakın olması nedeniyle, çocuğun yaşamına babayla geçirdiği zamanlar yoluyla katılır. Ancak annesini kaybetmekten korkan çocuk, babasıyla giderek daha az zaman geçiriyor ve dolayısıyla daha az neşeye ulaşıyordur. Giderek kendinin neşelenmeye değer olmadığına inanmaya başlar ve tabii cezayla elele olan kısır döngü de burada ona katılır…

Sıra neşesizliği dengeleme gereğine gelmiştir. Bu hali dengelemeye çalışan çocuk, iş yaşamında eğlenmeye, yaşamında eksik olan neşeyi oradan elde etmeye çabalar. Bu bilinçli bir yaklaşım değildir. Tamamen içgüdüsel ya da sezgiseldir.

Bir yandan anne sevgisini yitirme korkusu, öte yandan neşeye kendini değer bulmamak… Bocalamakta olan çocuk dengeyi para kazanıp o parayı elde tutamamakta bulur. Böylece neşe yaratmak için oynadığı oyunu her an yeniden, başka kostümler ve ayrı repliklerle sahneye koyabilecektir…

Başlangıçta söylediğim gibi kazandığınız paranın bereketi yoksa ne kadar kazanırsanız kazanın bir biçimde elinizden çıkıyorsa, bu oyundan da sıkıldıysanız, size önerim babanızın önünde saygıyla eğilip özür dilemenizdir.

Babanız çoktan dünyasına göçmüş, sizi ve annenizi yıllar önce terk etmiş ya da basitçe emekliye ayrılıp köşesine çekilmiş olabilir. Öyle bir durumu vardır ki bırakın size destek vermeyi, kalkıp kendi başına tuvalete gidemiyordur. Ya da her ne durumdaysa, yanınıza gelemiyor veya tüm olanlardan sonra ne yapsa sizin yüreğinize ulaşamıyordur.

Zihniniz size oyun oynamaya devam eder. “Babam zaten yaşlı, uzak, hasta, öldü, nerede olduğunu bile bilmiyorum” gibi tümcelerle sizi ondan uzak tutmaya başka bir deyişle ayrılık bilincinde olmanızı haklı kılmaya çabalar.

Siz onu dinlemeyin. Babanız nerede olursa olsun, ister yaşasın ister dünyasına göçmüş olsun, ister en iyi baba mansiyonu alacak kadar mükemmel, ister en kötü baba damgası yiyecek kadar zararlı olsun, siz ona saygıda kusur etmeyin. Babanız sizi görmese de ona saygı duyduğunuzu ve tam olarak nasılsa o haliyle kabul ettiğinizi duymasa da bilinçdışı alanda bu yaklaşımınızı bilecektir. O bilmese bile, sizin içinizde babanız aracılığıyla reddettiğiniz kısım geriye gelebilecek ve siz tekrar bir bütün olabileceksiniz.

Hayatta sağlamlık kazanmak, kolay ya zor kazandığınız paranın kalıcılığını sağlamak ancak bu bütünlüğü yakalamakla olasılık kazanır. Benden söylemesi…

Peki ne olacak? Ne yapmalı, nasıl başa çıkmalı?

Yapmanız gereken basit, babanızı, onun karşısında durduğunuzu ve gözlerine baktığınızı imgeleyin. Aynı anda babanızın arkasında tüm atalarınızın tüm deneyimleri ve onların sonuçları ile orada hazır olduklarını düşünün/var sayın. Babanızın gözlerine bakın ve sizi ne kadar sevdiğini görmeye gayret edin. Arkasında duran insan kalabalığına ve onların tüm ayrılık bilincine, kendi yaşamının tüm zorluklarına, annenizle olan tüm sorunlarına, kendi ebeveynlerinden alamadıklarına rağmen size yaşam verdiğini aklınızda bulundurun. Öylece bir süre kalın.

Sonra onun önünde eğildiğinizi, başınızı yere değdirip ellerinizi -avuç içleriniz yukarı bakacak şekilde- onun önüne doğru yere koyduğunuzu hayal edin. Bir süre öylece bekleyin ve sonra

“Babacığım sen büyüksün ben küçüğüm, bu güne dek sana saygısızlık ettim, çok üzgünüm, lütfen beni bağışla, seni seviyorum ve teşekkür ediyorum”

deyin.

Onun sevgisinin rahatlıkla size doğru akabildiğini, içinizin eksik kalan yanının tamamlandığını hissedene dek öylece kalın.

Bunu bir seferde yapamayabilirsiniz. Yılmayın, denemeye devam edin…

ALINTIDIR…

VÜCUT SU KITLIĞI ÇEKTİĞİNDE

Posted on 07 Şubat 2013 by Şebnem Akalın

Hastalıkların zihinsel nedenlerini gözardı etmeden bu bilgiyi de hayata geçirmekte fayda var. “Su” çok önemli… (aşağıdaki bilgiler alıntıdır)

* Vücut su kıtlığı çektiğinde kandaki suyu kullanırsa, yüksek tansiyon hastalığına yakalanırız.
* Vücut su kıtlığı çektiğinde omurlardaki suyu kullanırsa, bel ve boyun fıtığı hastalığına yakalanırız.
* Vücut su kıtlığı çektiğinde kemiklerdeki suyu kullanırsa, gut – artrit gibi romatizmal hastalıklara yakalanırız.
* Vücut su kıtlığı çektiğinde akciğerdeki suyu kullanırsa, astım hastalığına yakalanırız.
* Vücut su kıtlığı çektiğinde pankreastaki suyu kullanırsa, şeker hastalığına yakalanırız.
* Vücut su kıtlığı çektiğinde midedeki suyu kullanırsa, ülser hastalığına yakalanırız.
* Bağırsaklarda su eksilirse, kabızlık meydana gelir ve kolon kanseri olma tehlikesi yaşarız.
* Hücrenin su eksikliği çok artarsa, beynimiz hücreye oksijen göndermeyi keser. Oksijen kesilmesi sonucunda da hücre kanserleşme sürecine girer !!!

Yeni bir çağ başlıyor! İlk telepatik iletişim sağlandı

Posted on 02 Mart 2013 by Şebnem Akalın

Artık bilim dışı diye kabul edilmeyen gerçekler bilimsel olarak inceleniyor ve ispatlanıyor. Tüm spritüel deneyimler, enerji, telepati, reiki vs hepsi… aşağıdaki yazı güzel bir örnek

Bilim adamları farklı kıtalardaki iki farenin beynini birbirine bağladı. Ayrı yerlerde bulunan fareler beyindeki elektrotlar sayesinde birbirlerini yönlendirmeyi başardı.

Bilimadamları, farklı kıtalarda bulunan iki farenin birbirleriyle iletişim kurmalarını sağladı. Brezilya’da bir araştırma enstitüsünde bulunan fare, elektronik bağ sayesinde ABD’de bir laboratuvarda bulunan diğer fareye sinyal göndererek onu yönlendirdi ve ödülü almasını sağladı. Araştırmacılardan Miguel Nicolelis, iki beyin arasında işlevsel bağlantı kurarak iki beyinli bir ‘süperbeyin’ yarattıklarını savundu. Nicolelis, bu buluşun felçli hastaların tedavisine ışık tutabileceğine dikkati çekti.

Miguel Nicolelis ve ekibi önce, su alabilmek amacıyla ışık yandığında bir kaldıraca basması için fareleri eğitti. Daha sonra farelerin, harekete bağlı bilgiyi kontrol eden beyin bölgesine çok ince elektrotlar yerleştirildi ve birbiriyle bağlantı kurması sağlandı. İlk fare deneyi başarılı geçtiğinde yani doğru kaldıraca bastığında beyni elektrik sinyali gönderdi. Bu sinyal aynı anda diğer farenin beynine aktarıldı.İkinci fare ödülü (su) almak için diğer farenin gönderdiği sinyaller sayesinde, görsel hiçbir ipucu olmadan, yüzde 70 oranında doğru kaldıracı buldu.

Nicolelis, ikinci farenin düşünce ya da görüntüleri almadığını, sinyaller sayesinde ilk farenin aldığı karara göre kaldıracı bulabildiğini belirtti. Sürecin çift taraflı işlediğini belirten bilimadamları, hata durumunda ilk farenin daha güçlü ve açık sinyaller gönderdiğini ifade etti. Bilimadamları, bir sonraki hedeflerinin, 2014′te Brezilya’daki Dünya Kupası’nda belden aşağısı felçli bir hastanın benzer yöntemle yapay bacak yardımıyla başlama vuruşunu yapmasını sağlamak olduğunu belirtti. Araştırma ‘Nature Scientific Reports’ dergisinde yayımlandı.

02 Mart tarihli Habertürk gazetesinden http://www.haberturk.com/dunya/haber/824110-yeni-bir-cag-basliyor

Madde değil Enerji

Posted on 08 Mart 2013 by Şebnem Akalın

Güneş, galaksinin merkezinden bilgi alır. Güneşin yanı sıra diğer yıldızlardan da ışık gelir. Evren kendi içindeki iletişimi ışık aracılığıyla sağlar. Yoğunlaşmış ışık evrenin her yanına yayılmış bir sinir sistemidir.Evrenin her yerinde düzenli bir bilgi akışı vardır. Veriler, Güneşten ve diğer yıldızlardan uzanan ışınlar halinde yayılır. Dolayısıyla ışınlar habercilerdir ve haberci ile eş anlamlı kelimelerden biri de “melek”tir. Işın bir melektir. Bir melek ise galaksinin merkezinden dışarı, yıldızdan yıldıza, Güneşten gezegene bilgi taşıyan ışıktan bir varlıktır.

Katı görünen bedenlerimiz de yoğunlaşmış Güneş ışığından yaratılmıştır. Tıpkı melekler gibi, bizler de ışığın taşındığı kanallar konumundayız.  Gerçek kimliğimizin meleksi veya ışık-dolu bir yapısı vardır. Bizler yeryüzüne ışıkla gelen bilgi dolu varlıklarız.

Tüm bilgilerin temel kaynağı evrenin merkezindedir. Evrenin bizim bulunduğumuz bölgesinde ise bu kaynak, kendi galaksimiz olan Samanyolu’nun merkezindedir. Bizim çevremizde kaynağımız güneştir. Bizim yerleşik bulunduğumuz evrenin dışında çok sayıda evren vardır.

Işıkla taşınan bilgi, sessiz bilgi olarak bilinir. Bu bilgeliğin sırrı sürekli yenilenen yaşamın şifreli metodudur. Güneş ışığımızdaki bu hayat kurtarıcı verilerin şifresi Dünyamız tarafından çözülür.

Toltek Rehberi, Don Miguel Ruiz

Hayatımızı Değiştirebileceğimizin Bilimsel Kanıtı

“Eğer şu ana kadar isteklerimiz gerçekleşmediyse, en şiddetli arzularımıza ulaşamadıysa; eğer hayatımıza hiç istemediğimiz şeyler girdiyse, eğer mutsuzsak veya yenilgiye uğradıysak, bütün bunların sebebini Rezonans Kanununda bulabiliriz. “ Pierre Franckh, bu kitabında Rezonans Kanununu kavrayıp onu nasıl kullanacağımızı anlamaya başladığımız anda, hayatımızdaki her şeyin mümkün olabileceğini anlatıyor. Yazar, hayatımızı kalbimizle değiştirebileceğimizin de altını çiziyor.

Düşünce gücümüzle maddeye etki edebilir miyiz?

Kim olmayı istiyorsun?

İsteklerimizi hangi yolla yayıyoruz?

ideal partneri yaşamımıza çekmemizi sağlayan en uygun rezonans alanını nasıl oluştururuz?

Rezonans alanın yazılı ve görsel izlenimlere nasıl tepki verir?

Eğer istediğimiz sonuçları elde etmeye çalışıyorsak; düşüncelerimizi, duygularımızı ve inançlarımızı gözlemleyerek yönlendirmeye başlamalıyız. Çünkü hissettiğimiz ya da düşündüğümüz her şey, bir rezonans alanı oluşturur ve biz isteklerimizi yönetebiliriz.

İmkansız, sadece bizim imkansız olduğunu düşündüğümüz şeydir.

Belki de şu anda imkansız olduğunu düşündüğün şey, işte bu sınırsız olanakların imkansız olmadığı fikridir. Öyleyse bu senin şahsi kanaatindir. Bunun doğru ya da yanlış; iyi ya da kötü bir tarafı yok. Bu senin, kendi kanaatindir ve yaşamın da bu doğrultu da ilerleyip gelişecektir.

Ama ya hayat görüşün ve inandıkların yanlış bilgi ve olgulara dayanıyorsa?

En yeni bilimsel araştırmalar, duygu, düşünce ve inançlarımız sayesinde olduğumuzu, hiçbir şüpheye yer bırakmazsızın ispatlıyor. Zira duygularımızla desteklenmiş ve kaydedilmiş inançlarımız muazzam bir rezonans alanı oluşturuyor. Ve bu rezonans alanındaki titreşimlerle uyum içinde olan her şey, evet dünya üzerindeki her şey, bu titreşime ayak uydurmak durumunda kalıyor.

Demek ki asıl soru şu: Sen şu anda hangi rezonans alanını oluşturuyorsun? Ve bu soruyla kendimizi konunun tam ortasında buluyoruz.

Rezonans Nedir?

Resonantia = Akis

Rezonans = Eko, yankı, titreşim

Rezonans Kanunu, evrendeki her şeyin birbirleriyle titreşimler aracılığı ile nasıl iletişim halinde olduğunu anlamamızı sağlar. Vücudumuzun her bir organı ve hücresi de dahil olmak üzere dünyadaki bütün nesnelerin ve canlıların kendilerine has bir titreşimleri vardır. Bu, madde içinde böyledir. Maddenin titreşim enerjisini incelediğimizde farklı objelerin genellikle farklı frekanslarda titreştiğini görürüz. Bazıları da aynı ya da benzer frekansta titreşir.

Bunu piyanodan da biliriz; piyanonun herhangi bir tuşuna bastığımız zaman, bu tuşla uyumlu olan diğer bütün teller de titremeye başlar. Notaların daha pes ya da tiz olması, hiç önemli değildir. Uygun frekansta olmaları onların titreşime geçmeleri için yeterlidir.

Diğer insanlar, nesneler veya olaylar, eğer bizimle aynı frekansta iseler, içimizde oluşturduğumuz titreşim alanına karşı koyamazlar. Bizim titreşimlerimize tepkisiz kalmaları mümkün değildir. Nasıl ki piyanonun basılan tuşuyla aynı frekanstaki diğer teller bu tuşun hareket ile titreşmek durumunda kalıyor ise, bizimle aynı frekanstaki insanların, nesnelerin ve olayların da bizim titreşimlerimize katılmaktan başka seçeneği yoktur.

Peki ama diğer varlıkların bizim enerjimizle titreşime geçmesi bize ne yarar sağlar? Burada, Rezonans Kanununun şu temel kuralı devreye giriyor: BENZERLER BİRBİRİNİ ÇEKERLER.

Bizim titreşimlerimizle uyumlu olan her şey, karşı koymaksızın bizim hayatımıza çekilecektir. Bu, bizim için her zaman olumlu bir şey anlamına gelmez. Mesela titreşim bazen maddeyi tahrip edecek kadar kuvvetli olabilir. Bir opera sanatçısı sadece sesinin gücü ile bir bardağı çatlatabilir. Burada yaptığı şey enerjiyi boşluktan bardağa iletmektir. Eğer bardağa iletilen enerji bardakla aynı titreşime sahipse, yani bardağın moleküler yapısı ile aynı frekanstaysa, basınç bardağı çatlatacak kadar büyük olabilir.

Biz bir bardak gibi çatlamayız tabii ki. Ama içimizdeki “negatif titreşim enerjisi” olarak adlandırdığımız şey; bizde hoşlanmadığımız, huzursuzluk verici hislerin uyanmasına, hatta belki sarsıcı olayların yaşamımıza çekilmesine sebep olabilir.

İşte bu yüzden, nasıl bir titreşim içinde olduğumuzun, bilerek veya bilmeyerek hangi rezonans alanını oluşturduğumuzun farkına varmak, bizim için çok mühimdir.

İsteklerimizi Hangi Yolla Yayıyoruz?

“Ön yargıları yıkma, atomu parçalamaktan daha zordur” Albert Einstein

Kalp, ezelden beri sevginin en kuvvetli sembolü ve duygularımızın merkezi olarak kabul edilirdi. Ama sonra tıp ve modern bilim ortaya çıktı ve bize, kalbin sadece vücudumuzda kanın dolaşımını sağlayan bir pompa olduğunu yutturmaya çalıştı. Biz “normal insanlar” ise, elimizde halihazırda bunun aksini kanıtlayacak herhangi bir delilimiz olmamasına rağmen, kalbimizin duygularımızın merkezi olduğu inancımızı asla kaybetmedik. 1993 yılında duyguların insan vücudu üzerindeki hakimiyeti hakkında bir araştırma yapılmak istenmiş ve bunun için duygularımızın oluşumundan sorumlu olduğu düşünülen bölgeye, yani kalbimize odaklanılmış. Oldukça çabuk, daha araştırmaların başında herkesi hayrete düşüren bir şey tespit edildi ve bu buluşun neden daha önce yapılmadığının şaşkınlığı yaşandı. Bu nefes kesici buluş; kalbin muazzam büyük bir enerji alanıyla çevrili oluşuydu. Burada bahsedilen alanının çapı yaklaşık iki buçuk metredir.

Bir düşünün, kalbimiz beynimizin oluşturduğundan çok daha büyük bir enerji alanı oluşturuyor. Bilim şimdiye kadar beynin, sahip olduğu elektromanyetik nabızlarla en büyük yayın alanına sahip olduğunu varsayıyordu. Ama şimdi bundan çok daha büyük bir enerji alanı bulundu, insan vücudundan dışarı uzanacak kadar kuvvetli bir enerji. Böylece ilk şaşkınlık atılmasıyla birlikte, akıllara kalbimizin etrafındaki bu enerji alanın nasıl bir görevi olduğu sorusu geldi. Geldiğimiz noktada ulaştığımız bilgiler şaşırtıcı olduğu kadar önemlidir de.

Kalbimiz tarafından oluşturulan elektromanyetik alan vücudumuzdaki organlarla iletişim halindedir. Hatta beyin ve kalbin arasında bir bağlantının bulunduğu ve bu bağlantıyla kalbin beyne hangi hormonları, endorfini ya da diğer kimyasalları salgılaması gerektiğini bildirdiği kanıtlanabildi.

Beynimiz bağımsız hareket etmiyor, aktiviteleri için gerekli sinyalleri kalbimizden alıyor.

Hepsi bu kadar da değil! bilim adamları araştırmalarında kalbimizden yayılan bu elektromanyetik alanın sadece duygularımız tarafından oluşturulmadığını ve gücünü diğer önemli bir kaynaktan, kanaatlerimizden; yani derin bir inançla bağlandığımız ve hayatımıza doğrultusunda yön verdiğimiz düşüncelerimizden aldığını buldular. Bütün duygu ve düşüncelerimiz kalbimizin enerjisinde bilgi olarak bulunmakta ve vücudumuzdan yayılan en kuvvetli sinyal olarak sadece beynimize ve organlarımıza değil, aynı zamanda dünyanın derinliklerine doğru taşınmaktadır. Bu ezeli gerçeğin yansımalarını “kendini derin bir inançla savunmak” “bir şeyi kalpten istemek” ve tabii “kalbinin sesini dinlemek” gibi bazı deyimlerimizde görmek mümkündür.

Kalbimiz, inanç ve duygularımızı elektromanyetik titreşimlere ve dalgalara dönüştüren bir tür aracı olarak hizmet eder. Ve bu elektromanyetik dalgalar vücudumuzla sınırlı kalmaz, bütün çevremize uzanır, bizi kuşatan her şeyle iletişim halindedir. Kalbimiz, bütün inançlarımızı, geleceğe yönelik düşlerimizi ve duygularımızı başka bir dile, titreşimlerin ve dalgaların kodlanmış diline çevirir ve bunları evrene gönderir.

İnançlarımız kalbimizin yaydığı elektromanyetik dalgalar sayesinde fiziksel dünyayla etki alışverişinde bulunur. Yayılan bu enerjinin ne denli büyük olduğunu HeartMath Enstitüsü’nün yaptığı araştırmalar gözler önüne seriyor:

  • Kalbin elektrik akımı (EKG), beyinde oluşan elektrik akımından (EEG) altmış kez daha kuvvetlidir.
  • Kalbin manyetik alanı ise beyninkinden beş bin kez daha kuvvetlidir.

Demek ki kalbimizle, beynimizle yaydığımızdan çok daha fazla enerji yayıyoruz. Peki bunu bilmek, bizim için neden bu kadar önemli? Çok basit, çünkü bu sayede, bazı dileklerimiz hemen gerçekleşirken, bazılarının gösterdiğimiz tüm çabalara rağmen neden bir türlü tezahür etmediğini anlıyoruz.

İsteğimizin gerçekleşeceğine gerçekten inanmadan olumlama (imgeleme) yaparsak ya da bir şeylerin hayalini kurarsak, sadece beynimiz elektromanyetik dalgalar yayarken, duygularımızın gerçek merkezi olan kalbimiz beş bin kat daha büyük bir kuvvetle, genellikle tereddüt ve korku olan asıl inancımızı dünyaya yayar. Bunun sonucu apaçık ortadadır; hayatımızda sadece kalbimizin derinliklerinde gerçekleşeceğine inandığımız şey gerçekleşecektir.

İnançlarımızı duygularımızla desteklediğimiz zaman yaydığımız enerji çok daha büyük olur. Ama üzgün, depresif ya da bitkinsek, istediğimiz şeyi dileyebiliriz, bu durumda kalbimizden yaydığımız hüzünlü duygular, mantığımızdan gelen isteklerden her zaman daha güçlü olacaktır. Peygamberle, günümüzün ve geçmişin dünyaca ünlü alimleri ve bilgeleri ısrarla “Kalp gözüyle görmeyi” öğrenmemizi söylerler.

Kalbimizle Dünyayı Değiştirebiliriz.

Tüm bu anlatılanlar, sahip olduğumuz inançların evrene yollandığı ve Rezonans Kanununun esaslarına göre evrende kendileriyle aynı titreşimdeki enerjileri aradığı anlamına gelir.

Benzerler birbirini çeker. Bizim enerjimizle rezonans içinde olan her şey hayatımızda tahakkuk edecektir. Sözün özü; inandığımız her şey yaşamımızda gerçekleşecektir.

Bu nedenle, isterken dikkat edilmesi gereken en önemli noktalar:

  • Ne dilersen dile, bunu mantık seviyesinden kalp seviyesine taşı,

İsteklerimizin gerçekleşebilmesi için, bunun mümkün olduğuna kesinlikle inanmalıyız.

İsteklerimizin gerçekleşebilmesi için önce kendimizi mutlu bir ruh haline sokmalıyız.

Öncelikle bilincimizi hedefimize yönlendirmeliyiz ki, hayatımızda gerçekleştirmek istediğimiz şeylerle etkileşime geçebilelim. Hayatımızda sadece derinden inandığımız şeyler gerçekleşebilir. Bu en başta kendi hakkımızdaki düşüncemiz için geçerlidir. Kendimizle ilgili görüşlerimiz yaşayacaklarımızı belirler. Tabii ki bu, bir şeyleri harekete geçirebilmek için gerekli olan güç ve kudrete sahip olabilmek için, bu kudretin bize dışarıdan verilmediğini, içimizden husule geldiğini anlamamız gerektiği anlamına da geliyor. Demek ki dış dünya, her zaman bizim iç alemimizi yansıtır.

İnançlarımız Dış Alemimizi Değiştirmeyi Nasıl Başarıyor?

Son yıllarda modern bilimin tespitlerinde köklü değişiklikler oldu. Değişim 1995 yılında Rus Bilim Akademisi’nde Vladimir Poponin ve Peter Gariaev yönetimindeki araştırmalarla başladı. Bu iki bilim adamının deneylerinin sonuçları o kadar hayret vericiydi ki, bu deneyler Amerika’da tekrar edildi ve sonuçta orada kamuoyuna duyuruldu.

Vladimir Poponin ve Peter Gariaev, “foton” adı verilen ışık parçacıkları vasıtasıyla DNA’nın tutumunu incelemek istiyorlardı. Bu test serisinde vakum oluşturmak için bir borunun içindeki tüm havayı aldılar. Artık vakumda bile kesin bir hiçlik olmadığı biliniyor. Her mekanda özel aletlerle oldukça isabetli ölçülebilen fotonlar (ışık enerjisi) kalıyor. Böylece fotonlar borunun vakumunda oldukça düzensiz bir şekilde dağıldı.

Bir sonraki adımda boruya insan DNA’sı verildi. Ve o anda çok şaşırtıcı birşey oldu. Parçacıklar DNA’nın varlığında daha farklı sıralandı. DNA, fotonlara direkt olarak etki ediyordu. Sanki görünmez bir güçle, fotonları, boruda düzenli bir şekilde sıralamıştı. Artık bu deneyde kesinleşen şey şuydu; İnsanın DNA’sı, fiziksel dünyaya direkt etki ediyor.

Klasik fizikte, daha önce böyle birşey gözlemlenmemişti. Dahası, klasik fiziğin alışılagelmiş mantığında, böyle bir şeye yer yoktu. Yani fotonlar insanların açıklayamadığı bir tutum sergiliyordu. Aslında bu yeteri kadar heyecan vericiydi, ama daha sonra olanlar tartışmasız bir devrim niteliğindeydi…Bilim adamları, DNA’yı borudan aldıkları zaman, fotonların düzenli sıralarını bozup dağınık hallerine geri döneceklerini düşünmüştü. Ama beklenenin tam tersi oldu! Fotonlar sanki DNA hala oradaymış gibi düzenli sıralarında kaldı.

Araştırmacılar deneyleri defalarca tekrarladılar, varılan sonuç aynıydı; fiziksel olarak ayrılsalar bile DNA ve fotonlar arasında hala bir bağ vardı. Görünüşe göre, kuantum fiziğinin “kuantum alanı” dediği bir alan aracılığıyla birbirleriyle bağlantılıydılar. Boşluk olarak tabir ettiğimiz şey aslında hiç de “boş” değildir, bilakis içinde milyarlarca verilerin dalgalar aracılığı ile hareket ettiği ve yayıldığı bir alandır.

Bu deney Rezonans Kanununu anlayabilmemiz için oldukça aydınlatıcı olmuştur. Ayrıca bu enerji alanını ayrıcalıklı kılan ise; tanıdığımız hiçbir enerji türüne benzememesidir.

Sıkı dokunmuş bir ağ gibi işlediği görülen enerji yüklü bu alan, iç ve dış alemimiz arasında bir nevi köprü görevi görür.

Tıpkı ses dalgalarının, havayı taşıyıcı olarak kullandığı gibi, yaydığımız inanç ve düşünce gücü de dünyaya taşınabilmek için bir aracıya ihtiyaç duyar. Burada, kuantum alanı devreye girerek, bu aracılık görevini üslenir.

Bu enerji alanı, farkında olsak da olmasak da her şeyle ve herkesle bağlantı içinde olmamızı mümkün kılar.

Bu esnada “alıcının” bizden ne kadar uzaklıkta olduğunun hiçbir rolü yoktur. Bu alıcı yan komşumuz da olabilir, dünyanın öbür ucunda bulunan bir kişi de olabilir. Oluşturulan ve yayılan rezonans alanı, her zaman doğru kişiye ulaşır. Böylece istediğimiz hedefimizle aramızda, enerji yoluyla kesin ve aktif bir bağlantı kurabileceksek eğer, neden en büyük arzularımızın gerçekleşmesi için daha fazla bekleyelim ki?

Kuantum alanı sayesinde herşeyle ve herkesle hemen bağlantıya geçebiliriz. Tek yapmamız gereken şey bunun için bir adım atmaktır;

Mesela, hayatının önemsiz olduğuna ve hiçbir anlam taşımadığına mı inanıyorsun, bu inancın, onaylanacaktır.

Gerçek, büyük bir aşkı hak ettiğine mi inanıyorsun, para, manevi ve maddi zenginliği hak ettiğine; hayatının derin, her şeyi kuşatan bir anlamı olduğuna mı inanıyorsun, bu inancın yaşamında gerçekleşecektir.

Neye inandığın enerjinin umurunda değildir, inancın yüksek ahlaki değerler taşıyabilir ya da çok kötü bir şey olabilir sana fayda sağlayabilir ya da hayatını zorlaştırabilir, enerji işin ahlaki kısmıyla ilgilenmez ve yargılamaz.

Enerji daima senin yaydığın içtekiler doğrultusunda çalışır.

İç alemimizde sahip olduğumuz her şey, dış dünyada da karşımıza çıkacaktır.

Dünyada karşılaştığımız her şeyin bir kaynağı vardır ve bu kaynak düşüncelerimizdedir. Eğer istediğimiz sonuçlara ulaşmak istiyorsak, düşüncelerimizi kontrol etmeye başlamalıyız, çünkü düşündüğümüz her şey bir rezonans alanı oluşturur.

Uzun süreli ve sık olarak düşündüğümüz, hissettiğimiz ve söylediğimiz her şey rezonans alanımızı yoğunlaştırır. Bu yüzden kaybetmek hakkında her düşünce kaybetmek, kazanmak hakkındaki her inanç da kazanma ihtimalini kuvvetlendirir. Bu yüzden dış dünyada değiştirmek istediğimiz her şeyi düşünce gücümüzle değiştirebiliriz.

İçindeki yaratıcılığı hatırla ve onu bilinçli olarak kendi iyiliğin için ve diğer insanların iyiliği için kullan!

Arzularımız gerçekleşmek üzere bizi nasıl bulur?

Artık aydınlık getirmemiz gereken tek nokta, bizimle etkileşime geçen enerjinin, bizi nasıl bulacağı konusudur. Sonuçta evrende milyarlarca DNA var ve bunların her biri enerji alışverişinde bulunuyor. Peki, evren arzularımızı, daha doğrusu arzulananı yolunu şaşırmadan bize nasıl iletir?

Bir yandan sürekli “yayındayız”. Rezonans alanımızı durmaksızın pozitif ve negatif düşüncelerimizle programlıyoruz. İstek ve amaçlarımızı koruduğumuz sürece, korku ve endişelerimiz içinde aynı şey geçerli, rezonans alanımız bizimle aynı titreşimde olanları bize çeker. Diğer yandan ise hepimiz “kod” olarak adlandırdığımız genetik bir isme sahibiz. Kriminal teknik ve babalık testi ile ilintili olarak bu kavramı daha önce duymuşsunuzdur. Her bir hücrenin DNA’sı da, aynı parmak izi gibi, eşsizdir. DNA, başkalarıyla karıştırılması mümkün olmayan genetik bir parmak izi bırakır. İşte bu enerji içinde geçerlidir. DNA’mızın enerji parmak izi , açık ve net bir adres bırakır. Titreşim o kadar belirgindir ki, her zaman bizim için en uygun çözümü bulur.

Düşünce Gücümüzle Yeni Bir Gelecek Oluşturabilir Miyiz?

“Zaman hiç de göründüğü gibi değildir. Sadece bir yöne doğru hareket etmez ve gelecek, geçmişle aynı zamanda mevcuttur.”

Albert Einstein

Düşünce gücümüz sayesinde geleceğimizi etkileyebilir miyiz?

Kesinlikle evet! Bunu yapabiliriz, hem de tahmin ettiğimizden daha fazla. Kuantum fizikçilerinin nefes kesici buluşları hayatımızı her an tamamen değiştirebileceğimizi ve istediğimiz her şeyi değiştirebileceğimizi, bize bir kez daha gösterdi.

Bildiğimiz gibi düşünce gücümüzle enerji yaymaktayız. Tabii ki sadece biz değil, diğer bütün insanlarda aynı şekilde enerji gücü yaymakta. Aynı titreşimdeki enerjiler birbirlerini çektikleri için tıpkı bizim diğer insanları ve olayları kendimize çektiğimiz gibi başka insan ve olayların da bizi çekiyor olması doğaldır. Buradaki tek koşul, iki enerjinin birbiriyle uyumlu olması yani titreşimlerinin birbirine yakın olmasıdır.

Bu arada kuantum fiziği, kuantum dalgası denilen şeyin, örneğin; düşünce ve inançlarımızın, sadece fiziksel olarak yayılmakla kalmayıp zaman içine de yayıldığını bulmuştur. Yani inançlarımız sadece yer değil, zaman da değiştiriyorlar (zaman dalgaları). Demek ki “normal kuantum dalgası” diye adlandırdığımız, geçmişten geleceğe giden kuantum dalagaları var. Bunun dışında, bir de “birleşik karmaşık dalgalar” olarak adlandırdığımız gelecekten geçmişe yayılan dalgalar vardır! Hayret verici değil mi? Ama gerçek. Geleceğe yayılan dalgalar “teklif dalgası”, geçmişe geri dönen dalgalar ise “eko dalgası” olarak adlandırılır.

Eğer bu iki dalga karşılaşırsa, yani gelecekten gelen bir eko dalgası, bizim yolladığımız bir teklif dalgasına rastlarsa, bu durumda dalgalar birbirlerini modüle ederler ve ikisinin ortak ürünü olarak ortaya “olay ihtimali” dediğimiz şey çıkar. Kuantum fiziğine göre “bir olayın gerçekleşmesi ihtimali, geçmişten gelen teklif dalgası ile gelecekten gelen uygun bir eko dalgasının buluşması sonucu ortaya çıkar”. Bu şu anlama gelir : “Sadece geçmiş geleceği değil, aynı zamanda gelecek de geçmişi etkiler”.

Aklımız bunu idrak etmekte biraz zorlanabilir, çünkü şimdiye kadar hep zamanın geçmişten geleceğe, doğrusal bir biçimde ilerlediğini düşünmüştük. Şimdiyse bunun tam tersinin de mümkün olması aklımız için şaşırtıcı. Demek ki : Gelecek dışarıda bir yerlerde, çoktan beri mevcut. Aksi halde geçmişe, yani bizim şimdiki zamanımıza, dalgalar yollaması mümkün olmazdı. Senin geleceğin de şu an, şu saniye mevcut. Ama yine de geleceğinin akışı önceden belirlenmemiş, zira geleceğin çeşitli mahiyetlerini seçme imkanına sahibiz.

Tabii ki bilincimiz, sadece bir tek zaman algılıyor. Farklı bir şey tanımıyoruz. Bu şaşılacak bir şey değil, sonuçta duyularımız çok sınırlı.Bütün ışık yelpazesinin sadece % 8′ini algılayabiliyoruz. Geri kalan % 92′lik gerçeği, aynı şekilde bizi çevrelemesine rağmen algılayamıyoruz. Aslında var olduğu halde tamamen yok sayıyoruz.

Ama yine de etrafımızda hiç tanımadığımız diğer enerji titreşim, dalga ve bilgilerle çevrili.

“Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.” Sokrates

Teklif dalgamız tüm geleceğimizi dolaşır. İster bir saniye sonrası, ister bir ya da on yıl sonraki olaylar olsun, tüm olasılıklar tek tek kontrol edilir. Bu aşamada kuantum fiziği şu fenomeni keşfetmiştir: Gelecekteki olay, zaman açısından ne kadar yakındaysa, rezonans da o kadar nettir. Bu şu anlama gelir; “Gelecekte gözlediğim bir olay zaman açısından bana ne kadar yakınsa, o olayın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği kararı o kadar kesindir.”

Yakın gelecekteki bütün olayları, bugünkü bilincimiz belirler.

İşte bu noktadan sonra “istemek” konusuna varıyoruz. Zira istemek birçok ihtimalden birini yaşamımıza çekmekten başka bir şey değildir.

Bir şey istediğimizde, bu doğrultuda bir teklif dalgası yolluyoruz.

Bu dalga, bir eko dalgasıyla irtibata geçiyor.

Bir gerçekleşme ihtimali meydana getirebilirsek istediğimizin gerçekleşmesi için en uygun şartları sağlamış oluyoruz.

İç alemimizde sahip olduğumuz her şey, dış alemde de karşımıza çıkacaktır.

Zira dış dünya her zaman iç alemimizi yansıtır.

Ancak bilincimizi hedefe yönlendirirsek yaşamımızda sahip olmak istediğimiz şeylerle etkileşime geçebiliriz.

Eğer istediğimiz sonuçlara istiyorsak; düşüncelerimizi, duygularımızı ve inançlarımızı gözlemleyerek yönlendirmeye başlamalıyız, zira hissettiğimiz ya da düşündüğümüz her şey, bir rezonans alanı oluşturur.

Rezonans Kanunu-Pierre Franckh