Değişim

Posted on 24 Mart 2010 by Şebnem Akalın

Değişim neden bu kadar zorlar insanı. nereden biliriz değişimin iyi mi, yoksa kötü mü olacağını? neden hemen kabul edemeyiz. hemen kabul edememekle kalmaz, değişim olmasın diye fazlaca zaman ve enerji harcarız. hatta bazen öyle konular olur ki yanımıza yandaşlar ararız , gruplar oluştururuz ve topluca direniriz.

peki sonra ne olur? bazen (bize göre) değişimin sonucu olumsuz olabilir. ama bu çok nadir olur aslında her zaman olan ve belkide en çok direndiğimiz zamanlarda olan şudur; yeni gelen bizim için eskisinden çok daha iyi olmuştur. geriye dönüp bakarız ve inanamayız. neden bu kadar direndim acaba diye düşünürüz ancak pek anlamlı gelmez oradan geriye baktığımızda gördüğümüz.

“bilsem!? bu kadar direnir miydim?” deriz.

bu konuyla ilgili, olumsuz atasözlerimiz vardır. “gelen gideni aratır” gibi. eğer değişimi kendimiz görüp farkedip buna göre kendi tavrımızı belirlersek hiç bir zaman yaşanmaz gelen gideni aratma durumu aslında.

ama göremezsek, hatta direnip, değişime ayak uydurmak yerine eskiden bildiğimiz gibi davranmaya devam etmekte ısrar edersek o zaman bu değişimin gerekliliğini anlamamış olmamız sebebiyle daha güçlü bir deneyime çekiliriz. o sırada olan değişim değildir elbette, asıl olması gereken değildir yani. gelen bize asıl değişimin yolunu göstermek için eskisinden daha güçlü bir deneyimdir. bu durumda gelen gideni aratmıştır işte!

insan doğası gereği varolanı devam ettirmek istiyor. varolan; bildiğimiz ve kendimizi güvende hissettiğimiz deneyimler topluluğu. bu deneyimlerin iyi veya kötü olması önemli değil. uzun zamandır devam ediyor olması ve başka türlüsünü bilmiyor olmamız yeterli. cehennemde yaşıyor olsak bile farklısını bilmediğimiz ve daha beteri olacağından korkmamız nedeniyle o cehennemden kurtulmak istemiyoruz. kendi dertlerimizi seviyoruz. onlar bizi biz yapan unsurlar gibi adeta.

oysa ki bizi biz yapan şeyler çok farklı gerçekte. değişim demek bu dertlerden ayrılmak demek bir yerde. bilinçli bir şekilde, bir varolma halini bırakıp başka bir varolma haline geçmek demek. bunu yapabilmek için hayatımızın sorumluluğunu elimize almamız gerekiyor. eğer hayatın sürekli üzerinize geldiğini düşündüğünüz bir dönemdeyseniz bir bakın bakalım neye ya da nelere direniyorsunuz? neyi ya da neleri değiştirirseniz bunlar olmaz?

Şebnem Akalın

Zihin ve Beden ilişkisi

Posted on 01 Mayıs 2010 by Şebnem Akalın

Bana şifa için gelen danışanlarımdan biri “Fiziksel olarak iyi olduğumda daha sağlıklı düşünebiliyorum” dedi bir gün. ona tam tersinin gerçek olduğunu anlattığımda ve yaptığımız çalışmalarla bunun doğruluğunu kendisi de deneyimlediğinde çok şaşırmıştı.

Sağlıklı düşünebilmenin ve fiziksel olarak da sağlıklı olabilmenin tek yolu zihinsel ve duygusal olarak sağlıklı olabilmektir. eğer altta yatan negatif inancı ya da sorunlu duyguyu bulup temizleyebilir ve olumluya dönüştürebilirsek o zaman fiziksel hastalıklar ortadan kalkıyor.

Kendi deneyimlerimden ve okuduğum araştırma ve deneylerin sonuçlarından da gördüğüm üzere pek çok fiziksel hastalığın altında duygusal ya da zihinsel bir neden var. hatta “kaza” olarak adlandırdığımız bazı olayların bile derininde böyle bir sebep bulmak şaşırtıcı oluyor.

Reiki, çok yumuşak bir şekilde zihinsel ve duygusal temizlik yapmamıza yardım eder.  düzenli olarak yapılan reiki çok derinde bu temizliğin yapılmasına yardımcı olur. eğer kişi zihinsel ya da duygusal sebebi bulabildiyse 2. derece reiki de öğrenilen yöntemleri kullanarak bu temizlemeyi çok daha kolay yapar. zaten sebebin bulunması bile yolun yarısının aşılması anlamına gelir.

Hastalıkların zihinsel nedenleriyle ilgili tavsiye edebileceğim bir kitap var. sadece bu kitaptaki olumlama cümlelerini tekrarlayarak bile iyileşme olabildiğini çok gördüm. Louise Hay’in “Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri” adlı kitabında hastalıkların hangi olumsuz düşünce kalıplarından kaynaklandığını ve bununla ilgili düzeltme yapmak için kullanılabilecek olumlama cümlelerini bulabilir ve şaşırtıcı sonuçlar elde edebilirsiniz.

Ancak burada şunu söylemem gerekiyor ki fiziksel olanın ya da maddenin katı halde bulunduğuna ve asla değişmeyeceğine olan inanç bu tarz çalışmalarda sürecin uzamasına yol açmaktadır. sonuç alınmaz demiyorum ama süreci uzattığını gözlemledim. şaşırdığım zamanlar da olmadı değil tabi, bu katı inanca sahip olmalarına rağmen çok daha çabuk çözülebilenleri de gördüm. herşeyin enerji olduğunu kabul etmek ya da bilmek süreci oldukça hızlandıran bir şey.

Söylediğim bir sözün hasta hücreme ne faydası olacak diye düşünenler varsa eğer şöyle söylemek istiyorum; hücre enerji, söz de enerji… akışkanlar ve alışveriş halindeler.

Şebnem Akalın

Anne ve Babalara bir “masal”

Posted on 27 Mayıs 2010 by Şebnem Akalın

Hayvanlar Okulu

Bir zamanlar, hayvanlar bu “yeni dünya”nın sorunlarına bir çare bulabilmek için önemli birşeyler yapmaya karar vermişler. Ve bir okul ayarlamışlar.

Koşma, tırmanma, yüzme ve uçma ağırlıklı bir müfredat oluşturmuşlar. Müfredatı uygulamayı kolaylaştırmak amacıyla bütün hayvanlar aynı dersleri almışlar.

Ördek yüzmede öğretmeninden bile iyiymiş, ama uçmadan zar zor not alırken, koşmadan kalmış. Çok yavaş koşabildiğinden okuldan sonra bol pratik yapabilmek için yüzmeden zaman çalmaya başlamış. Bu, perdeli ayakları zarar görene kadar devam etmiş; yüzmede de sıradan bir öğrenci oluvermiş. Okulda sıradan bir öğrenci olmak kabul görüyormuş. Bu yüzden bu olay ördek hariç hiç kimsenin umrunda olmamış.

Okulda koşmada en başarılı tavşanmış, ama tavşan iyi yüzmek için yaptığı ekstra çalışmalardan yorgun düşmüş.

Sincap ise tırmanma birincisiymiş. Uçma dersinde öğretmeni ağacın üstünden altına doğru değil de, altından üstüne doğru koşturmasını isteyince büyük bir hayal kırıklığı yaşamış. Bu yüzden tırmanma notu C’ye, koşma notu da D’ye inmiş.

Kartal sınıfın problemli öğrencisiymiş. Kartalı disiplin altına almak çok zaman almış. Tırmanma dersinde ağacın başına tırmanırken diğer bütün hayvanları altetmiş, ama bunu yaparken tamamen kendi yöntemlerini kullanmakta ısrarlı davranmış.

Yıl sonunda oldukça iyi yüzebilen ve aynı zamanda koşabilen, tırmanabilen ve uçabilen biraz anormal su yılanı en yüksek ortalamayı tutturmuş ve sınıf birincisi olarak konuşma yapmış.

Çayır köpekleri okul dışında kaldıklarından okul harcıyla boğuşmak zorunda kalmışlar, çünkü idare müfredata kazmayı ve oyuk açmayı eklemiyormuş. Yavrularını bir porsuğun yanına çırak olarak vermişler. Daha sonra da dağ sıçanı ve sincaplara katılıp özel bir okul açma girişiminde bulunmuşlar.

Bu masaldan çıkarılacak bir ders olabilir mi?

George H. Reavis

Tavuk Suyuna Çorba Kitabından

Oyuna devam

Posted on 30 Ekim 2010 by Şebnem Akalın

Kanepedeyim, gözlerim kapalı ama uyumuyorum. İçimde tuhaf bir sıkıntı. Sözlü müzikler beni yoruyor şu an, bu nedenle klasik müzik dinliyorum. Beni zaman, zaman alıp başka yerlere götürse de ben sık, sık sıkıntıma geri dönüyorum. Üzerimde Kediş’in pırlamaları da pek işe yaramıyor.

Bilirim hayat yolunda giderken olur bende bu sıkıntı hali. Alışmadık olduğundan ya da savaşçı tarafım öyle sever, sıkıntılı. Bir arıza arar. “Ee işler hep yolunda gitmez” diye öğrenmişiz. Olumsuz düşünce kalıplarımı hep temizliyorum yeri geldikçe, bu da onlardan. Kendimi bu sıkıntıya bırakırsam mutlaka bulurum da bir arıza. Kalkmalı, bir şeyler yapmalı.

Aslında çok hareketli bir günümde değilim kendimi kanepeye bırakmak işime geliyor. Ama diyorum ya bırakırsam sıkıntım büyüyecek.  Neyse kalkayım bari. Kotumu giyiyorum, ayağımda spor ayakkabılarım.

Çıkıp yürümeye başlıyorum sahile doğru. İstanbul’u çok sevmemin en büyük sebebi bu; biliyorum ki birazdan denize kavuşacağım. Oturduğum yerden deniz görünmüyor, 10 dk yüründüğünde deniz kenarında olunacağını kim bilebilir. Bu nedenle sürprizli buluyorum bu şehri. Sen istersen sürprizlere kavuşursun. Martılar, balıkçı tekneleri, uzaktan geçen büyük, küçük gemiler, şehir hatları vapurları, deniz, denizde balıklar, denizin kenarındaki kayalık, küçük çay bahçesi.

Bundan büyük keyif yok. Saatlerce denize bakarak oturuyorum. Derinliklerine bakıyorum. Bir martı geliyor yanıma yerde duruyor bir süre sonra, birden uçup elektrik direğinin üzerine konuyor. Onu motive eden şey neydi acaba durup dururken uçtu? diye düşünüyorum. O hiç birşey düşünmüyor, sadece kendini gerçekleştiriyor.

Yaklaşık 2 saat sonunda bir anda fark ettim ki hiç bir şey yapmadan sadece denizi, martıları, tekneleri izleyerek oturdum. Hiç kalkmak istemiyorum ama geç oldu eve gitmem lazım. Ve düşündüm acaba kaç saat bu şekilde kalabilirim. Bir gün deneyeceğim bunu.

Dönüş yolu çok keyifli. Sonbahar artık, hava genelde serince ama bugün çok sıcak, yaz gibi. Kitapçıya uğrayıp Mevlevi müziği cd leri aldım, ruhuma iyi geliyorlar.

Mutluyum, kendime geldim. Kabul ediyorum her şey yolunda, akışında. Hayat bir oyun, oyuna devam..

Bir İnsanı Sevmek

Posted on 25 Kasım 2010 by Şebnem Akalın

Yeni nesil aşkı bilmiyor diye hayıflanıyor herkes. Diyorlar ki her şey çok kolay ulaşılır olduğu için yeni nesil aşk yaşayamıyor. Gençlerde eski aşkların olmadığını düşünüyor ve eski aşklara özendiklerini söylüyorlar.

Anneler, babalar gençlerin gündelik ilişkiler yaşadıklarından şikâyet ediyorlar ve kimisi bunu ahlaksız buluyor kimisi belirli bir yaşa kadar böyle olmasının uygun olduğunu düşünüyor. Sanki zamanı geldiğinde o çocuk birden doğru ilişkiyi yaşayıverecek. Sevgiye ve aşka değer vermeden geçirdiği zamanların acısı çıkmayacak.

Ben, şimdiki gençlerin sevgi konusundaki duyarsızlığının tüm sorumlusunun bizim nesil ve bizden öncekiler olduğunu düşünüyorum. Biz çocuklarımıza sevmeyi, sevginin değerini öğretiyor muyuz? Aşkın kişiye katacaklarından bahsediyor muyuz?

Çoğumuzun çocuklarına öğütlediği şey şu; aman çocuğum şimdi bu işlerle ilgilenme daha küçüksün, derslerine engel olur. Sevmeyi ertelemeyi öğretiyoruz. Hiç kimseleri çocuklarımıza layık bulmuyoruz. Herkes potansiyel suçlu sanki. Bizim çocuklarımız birer melek başkalarının çocukları ise ellerinde kılıçları ile bizimkilere zarar vermek üzere bekleyen canavarlar. Arkadaşlarına güvenme ve sakın âşık olma çünkü acı çekersin.

Çok merak ediyorum oğluna; “âşık ol çocuğum bu dünyanın en güzel şeyidir, eğer acı çekersen de

bundan öğrenirsin ve daha güçlü ilerlersin bu hayatta” diyen kaç tane anne ve kızına; âşık olmanın, sevmenin erdem olduğundan bahseden kaç tane baba var?

Bizler, çok mu acı çektik acaba zamanında ve şimdi bu müthiş tecrübelerimizden çocuklarımızı yararlandırmaya çalışıyoruz. Onları korumak adına onlara sevgisizliği, güvenmemeyi, bencilliği öğretiyoruz. Ben çok “kazık” yedim çocuğum yemesin zihniyetiyle onların en temel ihtiyaçlarını ellerinden alıyoruz.

İnsan, doğası gereği acı ile öğreniyor. Nerede acı çektiğiniz bir nokta var oraya bakın, mutlaka öğrendiğiniz bir şeyler olduğunu göreceksiniz. Bu gözle bakıldığında acılar sevilir ve inanılmaz ama aynı zamanda da azalır.

Sevmek, insanı insan yapan en önemli unsurdur. Birisine güvenmek ve aslında hayata güvenmek, insanın hayatta ayakları yere basan, güçlü bir birey olmasını ve cesurca hareket etmesini sağlar.

Hayata güvenilmediğinde korkular, endişeler ve sevgisizlik sarıyor tüm bedeni ve bir insanda olan bu negatif durum tüm insanlara bulaşıyor bir şekilde. Oysa sevgi de bulaşıcıdır onu neden çoğaltmıyoruz? Çocuklarımıza en başta öğreteceğimiz şey sevmek olsun.

her zaman hep bir ağızdan söylediğimiz şarkı gibi;

dünyayı güzellik kurtaracak,

bir insanı sevmekle başlayacak herşey…

Şebnem Akalın

Röntgen ışını nasıl bulundu?

Posted on 22 Mart 2011 by Şebnem Akalın

İlk defa kafa röntgeni çekilen insanların kendi kemiklerini görünce korkudan düşüp bayıldıklarını biliyor musunuz? Dünyada çekilmiş ilk röntgen filminin hala mevcut bulunduğunu ve bunun mucidin karısının sol eli olduğunu? Kendi elinin kemiklerini görünce,”adeta ölümümü görüyorum “diyerek çığlık atan hanımefendinin odadan koşarak kaçtığını? O dönemdeki herkes için çok şaşırtıcı bir buluş olan röntgen nasıl keşfedildi? William Conrad Roentgen prusyalı genç bir delikanlıydı..Amerika da harp akademisinde eğitim görüyordu,henüz 17 yaşındaydı..

yöneticilerden birinin karikatürünü çizen arkadaşını ele vermemek için üzerinde yapılan baskılara direndi ancak mezuniyet belgesi alamadan okuldan atıldı..bu itaatsizliğinden dolayı ne bir alman ne de bir hollanda lisesine alınmadı..üniversite eğitimi hayalleri de suya düşmüş oluyordu bu nedenle..ama bu engel onun ileride  x ışınını keşfetmesine neden olmuş olabilir.lise mezuniyetine dair belge gerektirmeyen bir okul olan zürih teki politeknik okuluna kaydoldu mecburen..burada karmaşık makinler yapmasını sağlayacak makine mühendisliği dersleri de aldı..Alet yapım ve tasarımındaki üstün yeteneği bir fizikçinin dikkatini çekti..onu asistanı olmaya ikna etti..lise diploması olmaması,akademik eksikliğine rağmen roentgen teorik fizik dalında doktora yaptı.hocasının sadık bir izleyicisi olarak onun gittiği heryere gitti,lise diploma engelini zaman içinde aştı ,okutman ve nihayet profersörlüğe yükseldi..bu arada zengin bir otel sahibinin kızı Berta ile evlendi,Berta nın psikomatik hastalıkları vardı ve arada nöbetler geçiriyordu,bu nedenle Roentgen’in  eşine günde birkaç kez morfin yapması gerekiyordu,sosyal hayatlarında kısıtlanmaya  ve bakım hastası olacak hale gelmesine neden olan bu durum da Roentgen için avantaja dönmüştü.zayıf bir konuşmacı oluşu ,soğuk bir tabiatı ve üstün performans bekleyen disiplinli tavrı nedeniyle öğrencileri tarafından sevilmese de ,herkes tarafından takdir toplayan çok başarılı lab. deneyleri yapıyordu.çeşitli maddeleri barometrik,ışıksal ve elektriksel değişikliklere maruz bırakıp ortaya çıkan  fiziksel değişimleri titizlikle ölçüyordu.yalıtkan bir maddenin,cam  mesela,elektrik yüklü iki kondansator plak arasında hareket ettirildiğinde yalıtkan maddeden akım çıkacağını öğrendi.Roentgen’in öncülü ise Sir William Crookes idi..1861 de talyum elementini keşfettikten sonra,elektirik deşarjının soygazlar üzerindekietkisini incelemek istiyordu ama bunun için,sadece çalışacağı gazı içeren bir atmosferi yaratacağı  özel bir tüpe gereksinimi vardı.Günümüzde Crookes adı verilen tüpleri yaptı.ilk önce bir pompa yardımıyla havanın boşaltıldığı vakum cam silindir yaptı..silindir aynı zamanda, induksiyon bobini pil düzeneği yardımıyla oluşturulan,elektirik akım boşalmaları için elektrotlar da içeriyordu.Crookes katotan anota yüksek voltajlı akım vererek,cam silindir içinde soygazların bazı maddelerin durumunu gözlemlemek istedi.Crookes vakum silindirini yerleştirdiği masaya,bazen kullanılmamış fotografik levhaları da düşürüyordu.Bir süre sonra bunları kullanmak istediğinde levhaların üzerinde çeşitli gölgelenmeler olduğunu gördü..bunun yeni bir ışınım olabileceği aklına dahi gelmedi..bunun yerine üretici firmaya bir şikayet mektubu yazdı:)Aynı şekilde,Crookes silindirinin yanında baryum platinosiyanür tuzlarıyla kaplı kağıtların,katot ışınları geçer geçmez neden florasan ışık yaydığı ünlü fizikçi Phillip Lenard’ında hiç aklına gelmedi..aklına gelmemiş olmasına rağmen,keşfi kendisine değil Roentgen’ e kaldığı için,X ışını keşfinden 10 yıl sonra bile Lenard hazımsızlık çekiyordu,yaptığı konuşmasında,dünya alem x ışınını kabul ederken Obunu o zaman farkettiğini ve zaman bulamadığı için çalışamadığı bir tür radyasyon dalgası olduğunu bildirdi dünyaya  Aslında durumda biraz gerçeklik payı vardı,Crookes tüpünde aliminyum kaplamalı bir pencere koyan ve katot ışınının bunu geçip geçemeyeceğini test etmesi için Roentgen’e yollayan Lenard’dı.Cam tüpün karşısına katot ışınının çıktığını görünür hale getirebilmek için,baryum platinosiyanür kristalleriyle kaplı küçük bir ekran yerleştirdi..Crookes tüpünden katot ışını çıktığı zaman ekranda zayıf bir ışıma görülüyordu..katot ışınları havada ancak birkaç cm ilerleyebiliyordu..bu nedenle ekran cam tüpün çok yakınında duruyordu..Roentgen bir süre sonra katot ışınlarının sadece alimniyum kaplı pencereden değil, cam tüpün çeperinden de çıkıp çıkmadığını merak etmeye başladı..çıkıyorsa bile bu çok zayıf bir ışık olacaktı..cam tüpteki parlama bu zayıf ışını maskeleyebilirdi..bu nedenle ortamı ve cam tüpü karartmaya karar verdi..lab. perdelerini çekti,cam tüpü kartonla kapladı..ışığı kapadı..ve elektirk verdi.. çok şaşırtıcı bişey oldu o an!..tüpten en az 1 metre uzaktaki bir yerden sarı renkli ışıma gördü..önce korktu ve irkildi..hayali olduğunu sandı..ama tekrarladıgında aynı şeyi tekrar gördü.bir kibrit çakarak ışığın geldiği yere baktı..tezgahta bulunan baryumla kaplı kağıtlar unutulmuştu ve ışıma oradan geliyordu! bu florasanın kaynağı çözümsüzdü..ama katot ışını olamazdı..çünkü onlar havada ilerleyemiyordu..Roentgen deneylerini araya 1 deste iskambil ve 5 cm kalınlığında bir kitap koyarak yineledi..her defasında ışığı gördü..artık katot ışınlarının cam tüpü geçip geçmemesiyle ilgilenmiyor yeni bulduğu bu ışını inceliyordu..şimdi  x  adını verdiği ışının geçemeyeceği maddeyi arıyordu..çok geçmeden kurşundan geçemediğni,yoğunluklarına bağlı olarakta öteki maddelerce bu ışının emildiğini saptadı..bu ışın tahta ve kağıt tarafından  emilmiyor, et tarafından çok az emiliyordu..ışının tahta tarafından değişmeden geçmesi ilgisini çekti..x ışının karşısına küçük metal ağırlıklarla asılı olan bir tahta koydu ve baktı..tahtanın sadece gölgesi görünüyorken metal parçalar olduğu gibi görülüyordu. Aralık ayı başında küçük bir  kurşun boruyu tutarak akım verdiği sırada gördükleri Roentgen’i dehşete düşürdü..beklediği gibi levhanın üzerinde borunun koyu gölgesi vardı..ama hiç beklemediği bişey daha vardı..boruyu tutan iki parmağının kemikleri!!x ışınının etinde geçerek kemiklerini gösterebilmesi,neredeyse bir kıyamet belirtisi gibi onu derinden sarstı..şöyle yazıyordu ”gördüğüm şey bilimsel bir olgu değil..dünyevi olmayan düpedüz mistik bir olay..” aynı şeyi,eşi Berta ile paylaşmak istedi..elini tutmasını söyleyerek levhada görüntü oluşturdu. ”aman tanrım kemiklerimi görüyorum..sanki kendi ölümüme bakıyormuşum gibi hissetmeme neden oluyor ” diyerek memnun olmaktan ziyade dehşete düşerek kaçtı    Berta nın sol elinin olduğu görüntü ve raporları  fizik dergisine sundu..derhal yayınlanıp geniş yankı buldu.. ancak insanlar bu vücudun heryerinden,kıyafetlerinden,tenlerinden en mahrem yerlerinden bile geçen bu ışıktan huzursuzluk duydular en başta 1896 yılının ilk 6 ayında x ışını filmi çektirmek moda olmuştu artık..ancak kendi kemikleriyle karşılaşan insanlar korkudan düşüp bayılıyorlardı hatta bir dava bile kazanılmıştı,düşüp sol bacağını inciten bir hukuk öğrencisi..iyileşmeyen hatta kötüleşen yarasından doktorun verdiği exercise ları sorumlu tutmuştu..dr.un avukatlarının tüm itirazlarına rağmenx ışınıyla, bacakta aslında kırık olmuş olduğu tespit edildi..dr. ve davayı kaybetti..

tıpta en büyük 10 keşif..Meyer Friedman M.D. ve Gerald W.Friedland M.D.

This entry was posted in reiki and tagged amerikaışınkemikprusyaradyasyonröntgen,üniversitex ışını. Bookmark the permalink.

hayatın sırrı

Posted on 10 Mayıs 2011 by Şebnem Akalın

Küçük kız babasıyla ormanda yürürken , ayağı takılıp yere düşüyor. Can acısıyla,…”-Ahhh!” diye bağırınca ileride dağın tepesinden aynı “Ahhh” sesi tekrar duyuluyor. Küçük kız dağın tepesinde başka birinin olduğunu sanıp bu kez,”-Sen kimsin?” diyor. Aldığı yanıt;”-Sen kimsin ?” oluyor.

Küçük kız bu yanıta iyice sinirlenip,”-Sen bir korkaksın,neden saklanıyorsun?” diye haykırıyor. Dağdan gelen ses;”-Sen bir korkaksın.” diyor. Sonunda babasına soruyor:

“-Babacığım, ne oluyor böyle?”

“-Dinle ve öğren.” diyor babası.Bu kez de kendisi dağa doğru dönüp ,

“-Sen muhteşemsin” diye bağırıyor. Gelen cevap “-Sen muhteşemsin.” oluyor.Küçük kız çok şaşırıyor ve ne olduğunu anlamıyor. Adam küçük kızına hayat sırrını anlatmaya başlıyor:

Buna yankı denir. Ama aslında bu yaşamdır.Yaşam daima sana senin verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev. Daha fazla şefkat istediğinde ,daha şevkatli ol. Saygı istediğinde insanlara saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen de sabırlı olmayı öğren . Çünkü yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarımızın aynadan bir yansımasıdır.

Hayat sana ancak senin ona verdiklerini verir, bunu unutma…

Alıntıdır..

Güçlü Kadınlara..

Posted on 13 Mayıs 2011 by Şebnem Akalın

1- Güçlü kadın, ayakları yere sağlam basan kadındır, dolayısıyla korunmak için bir erkeğe ihtiyacı yoktur.
2- Maddi bağımlılığı yoktur, dolayısıyla para için bir erkeğe ihtiyacı yoktur.
Geriye saf sevgi kalır. Seveceği ve kendisini seven bir erkeğe ihtiyaç duyar sadece. -Saf sevgiye hayır diyen olabilir mi?
Dünya dişil enerji (sevgi) ile eril enerjinin (güç) dengeli birlikteliği üzerine kuruludur. Mutluluk ve üretkenlik bu denge ile gerçekleşir. Sevgi bize bu dengeyi sağlar.
Bir başkasıyla sağlam ve dengeli bir ilişki kurabilmek ancak iki tarafında kendi içsel bütünlüklerini yakalamalarıyla mümkün olabilir. İçsel bütünlük; dişil ve eril yanlarımızın dengede olmasıdır. Kadında da erkekte de hem dişil hem eril yanlar vardır. Dişil ve eril yanlarımızı dengede tutmamız gereklidir ki; kadınsak kadın, erkeksek erkek olarak varlığımızı ortaya koyalım. Bu gerçekleştiğinde yani kendi varlığımızı tam olarak ortaya koyabildiğimizde, karşı cins ile bir araya gelirsek, o zaman bu dengeyi sağlayabiliriz.
Güçlü kadın; kendini tanıyan kadın olmalıdır, içsel bütünlüğünü (dengesini) yakalamış ya da yakalamak için adımlar atmış olmalıdır. Kendisini tanımayan kadın, ne istediğini bilmediği gibi, ne verebileceğini de bilemez.
Eğer kendini tanıyorsan ve dengedeysen mutlaka dengede olan ve saf sevgiyi arayan birisi girecektir hayatına ve o “doğru” kişi olacaktır.
Sevgiler,
Şebnem Akalın
13.05.2011

Sebebini bilirsen çözümü de bilirsin

Posted on 25 Mayıs 2011 by Şebnem Akalın

Batı tıbbına göre, belli bir genetik alan belli bir hastalığa zemin hazırlar. Bu zemin, doğuştan (insan lökosit antijenleri(HLA)) ya da sonradan edinilmiş (kromozom değişimi) olabilir. Doğu tıbbına göre, hastalık Hayat Yolu’nun gerçekleşmesinde bir engelin ortaya çıktığını belirtir.  Böylece bilinç, hastalıklara yol açan enerji tıkanıklıklarıyla, gelişim yolunda engellerin oluştuğunu ifade eder.

Bu iki bakış açısı, örneğin farelerde stres yaratılmasının kromozom bozukluklarına neden olduğu deneyler bilindiğinde birbirleriyle tümüyle uyuşmaz değildir. Bu yüzden, tamamen aynı genetik alan bir kişide hastalığa neden olurken bir başkasında sağlık sorunu yaratmayabilir.

Yeniden sağlığa kavuşmak için, karmaşık ve rastlantısal genetik manipülasyonlara başvurmaktansa hastalığa yol açan ruhsal enerji mekanizmalarını anlamak daha basit, daha mantıklı ve düşük maliyetli görünüyor.

Dr. Thierry Médynski

Michel Odoul’ un “Bana nerenin ağrıdığını söyle sana nedenini söyleyeyim” kitabının önsözünden alıntıdır.

Benim tecrübelerim de, hastalıkların zihinsel-duygusal kökenini bulup, orada oluşmuş blokajı (olumsuz düşünce kalıbını) temizlediğimizde hastalığın büyük ihtimalle iyileştiğini gösteriyor. Herhangi bir hastalığın zihinsel-duygusal kökeni olmadığına rastlamadım hiç. Bir hastalık önce zihinsel-duygusal olarak oluşuyor daha sonra fiziksel düzeye iniyor.

Tamamlayıcı yöntemleri, bu hastalıklar fiziksel hale gelmeden önlemek amacıyla kullanıldığında kesinlikle çok etkili ve çok daha düşük maliyetli. Üstelik kendi hayatımız üzerindeki etkimizi görmemiz açısından da farkındalığımızı artıran yöntemler. Hayatımızın sorumluluğunu almamız açısından büyük önemi var. Çevreyi, diğer insanları, anne-babamızı, akrabalarımızı vs. suçlamak yerine, bu olumsuzluklara kendi katkımızı görmemizi sağladığı kesin.

Ancak fiziksel hale dönüşmüş olan hastalıklarda da, pek çoğunda çok çabuk iyileşme olduğunu gördüm. Bir yandan tıbbi tedavisi sürerken zihinsel çalışma yapılan kişilerde diğerlerine oranla iyileşme çok daha hızlı oluyor.

Basit dediğimiz grip vs hastalıklar hemen iyileşiyor, diğer hastalıklarda ise süre çok kısalıyor ve hatta sebebi bilindiğinde, hastalığın tekrarlama olasılığı da çok düşüyor. Çünkü, sebebi bildiğinizde o sebebi oluşturan şartları değiştirebilirsiniz….

27.05.2011

Şebnem Akalın

Haketmek

Posted on 12 Temmuz 2011 by Şebnem Akalın

Bir yarışma programı izliyorum, adı “ANLAŞMA”. Yarışma şöyle: Daha önce birbirini tanımayan 3 kişi yarışıyor. Her soruda, cevap için anlaşmak zorundalar. 5 tur ve 15 soru var, eğer 3 yanlış yapılırsa yarışma bitiyor ve tüm kazanılan para kaybediliyor. Sonunda da kazanılan parayı yaklaşık olarak %60, %30 ve %10 oranında paylaşıyorlar. Ancak bu paylaşım için de anlaşmak zorundalar. Bu kısım çok önemli…

İzlediğim bölümde, 3 yarışmacı var 1 tanesi, sadece ilk ve son soruyu bildi, diğeri sadece bir soru cevapladı, sonuncu ise 15 sorunun yaklaşık 6 tanesini hiç tereddütsüz cevapladı. diğer soruları ortaklaşa kararla belirlediler ve 2 tane de hata yaptılar.

Yarışmanın sonunda en yüksek payı hanginiz hakediyorsunuz sorusuna 8 tanesini bilmiş olan yarışmacı, pek de kendine güvenmeyerek “ben” dedi. İlk ve son soruyu bilen yarışmacı ise, son derece kendinden emin bir şekilde “ben son soruyu bilmeseydim kaybedecektik, bu nedenle ben hakediyorum” dedi.

Sonuç; ilk ve son soruyu bilen yarışmacı en yüksek payı aldı, 6 soruyu tereddütsüz bilen (üstelik diğerlerinin o konularda hiç fikirleri yoktu) yarışmacı ise orta payı aldı. “Ben olmasaydım son soruya gelemezdik”diyemedi. Diğer yarışmacı zaten en düşük paya razı olmuştu.

Hayatı ve güzelliklerini hakettiğine inanmak böyle bir şey…

Şebnem Akalın, 12.07.2011