PARA ENERJİSİ VE ANNE-BABA BAĞIMIZ

Posted on 22 Eylül 2012 by Şebnem Akalın

Eril ilkenin ailedeki en önemli temsilcisi babadır. Baba ve eril ilke yaşamda sağlamlığı ve kalıcılığı temsil eder. Paranın kalabilmesi için babaya “evet” demeniz gerekir. Gökyüzü eril ilkenin en büyük temsilcisi, hava da yaşamanın olmazsa olmazı değil mi zaten? İster yağmur, ister fırtına, ister dolu, ister kar getirsin, havaya “hayır” diyebilir misiniz?

Babamıza “evet” demek, tıpkı hava gibi ona her koşulda rıza göstermektir. Başka bir deyişle ona tüm yaşamı, deneyimleri, suçları, eksik/fazla yanları, hataları, geçmişi, genetik kodlamasında kaydı bulunan bulunmayan tüm ataları, onların yaptıkları/yapmadıkları, evrensel/bütünsel sisteme verdikleri veremedikleri ile hiç ayırımsız total ve koşulsuz bir kabul anlamına gelir. Biz babamızın bazı yanlarını beğenmez ve reddersek…

İşiniz var. Çalışıyorsunuz, geliriniz birçoğunun özeneceği kadar yüksek. Demek dişi ilke, dünya ana ve tabii kendi annenizle ilişkileriniz gereğince iyi. Buna karşın kazancınızda bereket yok. Ne yapsanız en azından bir ev sahibi olamıyor, paranızın birikmesini sağlayamıyorsunuz. Hatta bu kadar gelire rağmen gelirinizi giderinize denkleştiremiyor, ay sonuna borçsuz ulaşamıyorsunuz.

Bir işyeri sahibisiniz. Çalışanlarınız, müşterileriniz memnun, ürününüz kolayca pazarlanıyor, vergilerinizi, SSK, Bağ-Kur ödemelerinizi düzenli gerçekleştirebiliyorsunuz. Para akışınız da iyi, tahsilâtlarda her hangi bir tıkanıklık görmüyorsunuz. Buna karşın kazancınızda bereket yok. Ne yapsanız en azından bir ev sahibi olamıyor, paranızın birikmesini sağlayamıyorsunuz. Herkese yardım eden, varlığıyla destek sunan siz kendiniz için belli bir rakamdan sonrasını ayıramıyorsunuz.

Her şeyin bu kadar iyi olmasına rağmen birikim yapamamanızı bir türlü açıklayamıyor, neredeyse nazara, büyüye bağlıyorsunuz…

Dikkat edin! Annenizle ilişkiniz gereğinden fazla iyi olabilir…

Bert Hellinger “düzen bir araya getirir, böylece sevgi akar” diyor. Aile en küçük toplumsal birliktir. Ailede evrensel düzen sevginin akışkanlığını sağlar. Ailede düzen her şeyden önce, ebeveynlerin vermesi ve çocukların alması üzerine kuruludur. Ebeveynler, kendi anne babalarından ve yaşam boyu birbirlerinden aldıklarını, çocuklara aktarırlar. Çocuklar ise önce ebeveynlerini anne ve babaları olarak kabul eder, sonra da onların kendilerine sunduklarını alıp kendi deneyimlerinden gelen zenginliklere temel olarak kullanırlar. Herkes daha önce kendi anne babasından ve daha sonra eşinden aldıklarını birleştirip sonraki nesle sundukça bir araya getiren düzen kalıcılık kazanır ve buna bağlı olarak sevgi sorunsuzca akar. Böylesi bir sevgiyle desteklenen kişi yaşamda tartışmasız başarıya ulaşır.

Burada sözünü ettiğimiz veriş ve alış genel bir veriş ve alış hali değil, tam olarak yaşamın verilişi ve alınışı halidir. Ebeveynler çocuklarına geldikleri sıraya göre yaşamdan elde ettiklerini verirler, çocuklar da geldikleri sıraya göre önce anne ve babalarından sonra büyük kardeşlerden yaşamı ve aile büyüklerinin yaşamdan elde ettiklerini alırlar.

En büyük kardeş en önce geldiğinden, anne babadan en çok alandır. O da kardeşlerine en çok verir. İlk kardeş herkese verir, ikinci abiden/abladan alır, kardeşlerine verir ve bu sırayla devam ederken, en son gelen kardeş anne babadan en az ve büyük kardeşlerden en fazla alan olur.

Yaşamın ilerleyen yıllarında, ebeveynler yaşlanıp bakıma muhtaç hale geldiğinde, diğer kardeşlerinden en çok alan küçük kardeş, anne ve babasının bakımını üstlenir. Böylece dengeyi sağlamaya gayret eder. Bu diğer kardeşlerin kendisine yardım etmeyeceği anlamına gelmez ama görevin büyüğünü üstleneceğine işaret eder. Bu zorlamayla değil, kendiliğinden olandır.

Sevgi düzenleri, çocukların yaşamı anne babalarından tam da onların verdiği gibi ve bütünlüğüyle almalarını gerektirir. Ayrıca anne ve babalarını “keşke benim annem babam daha farklı, -örneğin- daha zengin, daha kültürlü, daha zeki, daha akıllı olsaydı” türünden her hangi bir dilekle değil tam da oldukları gibi almalarını, kabul etmelerini gerektirir.

Bütün bunlar olurken elbette anne ve baba kendi arasında da birlikte düzen içinde olmanın ve sevginin akmasına izin vermenin yolunda olmalıdırlar. Bu yolda kalmayı reddetmeleri, aralarında sürtüşmelere, tartışmalara hatta kavgalara kadar gidebilir. Bu büyüklerin işidir ve küçükleri ilgilendirmez. Nehirlerin yukarı akamayacağı gibi, aile içi düzen de geriye doğru kurulamaz.

Çocuklar, görünen ne olursa olsun, ebeveynlerin sorunlarında taraf tutmayı reddetmek zorundadırlar. Her çocuk % 50 anneden ve % 50 babadan gelenlerle ortaya çıkmıştır. Anne ya da babanın bir yönünü reddetmek, eleştirmek, yargılamak, aynı zamanda kendi içindeki bir parçayı da reddetmek, eleştirmek ve yargılamak anlamına gelir. Kendisini bütün olarak alamayan kişi aynı zamanda içinde sevginin akmasını engelleyen kişidir.

Ancak genellikle ebeveynler kendi aralarındaki çözümsüzlükten kurtulmak veya karşı taraf önünde güç kazanmak adına çocuklarına baskı yaparlar. Bunu sözle veya davranışla ortaya koymaları ya da içlerinden geçiriyor olmaları çok da önemli değildir. Sadece aralarında sorun olması yeter. Bu görülmese de sezilir ve hatta ruh tarafından mutlaka bilinir. Çocuklar genellikle, göremedikleri ama sezgisel olarak bildikleri durumda da alenen ortada kavga olan halde de aynı davranır, toplum tarafından yönlendirilmiş bireysel vicdanlarının dayatmasıyla ezilen tarafın yanında olurlar.

Annenin babayı incittiği hallerde çocuk çok da istemeden hatta mümkünse gizlice babasının yanında yer alır. Annenin bunu fark etmesini çok istemez aslında ama vicdanına da yenik düşer işte. Babanın anneyi ezdiği durumlardaysa, çocuk açıkça, göstere göstere babaya kızar, kırılır. Bu davranış sanıldığı kadar saçma ya da gereksiz değildir.

Çocuk gözünde anne en önemli varlıktır. Neredeyse, anne olmadan çocuk da var olamaz. Baba daha sonra gelir ve çocuk en saf haliyle anne varsa babanın yerinin dolacağını sanır. O yüzden annenin mağdur olduğu hallerde taraf tutmak çok daha kolay ve sık rastlanılan bir haldir. Evlat, içten içe annesini üzen babasını yargılar, reddeder hatta elinden gelse cezalandırır. Ayrılık bilinci…

Oysa çocuk bu davranışıyla içindeki eril enerjiyi yargılamış, dışlamış, reddetmiştir. Yaşamdan sağlamlık, kalıcılık ve etkinlik enerjilerini çekebilecek ve kendisinde kalmasını sağlayabilecek alanda enerjisel kopukluk hatta yoksunluk başlatmıştır.

Benzer enerjiler birbirlerine çekilirler yasası gereği, kendi enerji alanında eksik ya da yetersiz olan eril enerji dışarıdan geleni alıp kendine katma ve kullanabilme olanağını kaybetmiştir.

Pek çok kez, çocuk bireysel vicdana kıyasla daha etkili olan sevgi düzenlerine ilişkin içsel bilgisine bağlı kalmayı böylece anne ve babasına eşit mesafede olmayı yeğler. Kendisi için neyin gerekli olduğunu bilen içsel sesi onu hata yapmaktan, kendini eksiltmekten, içerme kapasitesini daraltmaktan uzak tutuyordur. Ancak anne çok eziliyorsa, çocuğa “baban bana haksızlık ediyor, görmüyor musun, bir şey yap, senden başka silahım yok” mesajını, bakışıyla, duruşuyla, tavrıyla hatta gerektiğinde sözle o kadar net vermeye başlar ki, çocuk ister istemez etkilenir. Annesinin artık kendisine sevgi vermeyeceğini sanarak sırf o sevgiyi alabilmek adına kurban rolünü kabul etmeye başlar.

Bu noktadan sonra çocuk giderek zayıf düşmeye ve maddi kayıplara uğramaya başlar. İçsel sesi yaptığı hatayı maddi kayıplarla görünür kılmaya çalışıyordur. Anne desteği tam olduğundan buradaki durum para kazanmayı başaramayan insandan daha farklıdır. Parayı kazanıyor ama gitmesine bir türlü engel olamıyordur.

Bazen erken ölen eşe kırgın kalan anne, bilerek ya da bilmeyerek çocuğun da kırılmasına, erken ölümünü ve kaderini onurlandırması gereken babasına bırakın saygı duymayı kızgınlık duymasına bile sebep olur. Çocuk içten içe iki yönlü suçluluk duymaya başlar. Hem annenin kendisini sevmesi için babasını dışlamak zorunda kalmaktan hem de buna bağlı suçluluk duyarak annesini üzmekten rahatsızdır ama rahatsızlığını dillendirip anlamlandıramaz.

Ya da baba başka bir kadınla gitmek de dahil her hangi bir sebeple aileyi terk etmiş olabilir. Belki de baba para vermiyor ya da kumarda yiyordur. Birini öldürmüş, hırsızlık yapmış, bir şekilde kriminal bir davranışta bulunmuş cezaevine konmuştur. Babanın uzakta olması için haklı haksız pek çok sebep olabilir. Ancak bütün bunlar o çocuğun babası olduğu gerçeğini değiştirmez. Çocuk yukarıda da belirttiğim ve üzerine basa basa tekrar tekrar söylediğim gibi babasına saygı duymak ve onu tam da olduğu haliyle bir bütün olarak almak, kabul etmek zorundadır. Babayı yargılamak, eleştirmek, dışlamak, kendi parçasını dışlamaktır ki bütün olmamıza engel olan bu tür bir davranış bizim yaşamımıza sorunları davet eder çünkü sevgi akışı kendi seçimi yoluyla kesintiye uğramış ve engellenmiştir.

Özellikle baba yaşamın neşe kaynağıdır. Babasını yargılayan çocuk aynı zamanda yaşamın neşe kaynağını da yargılamış ve reddetmiştir.

Anne babamızı yaptıklarından dolayı yargılarsak içimizdeki cezacının harekete geçmesine engel olamayız. Suç cezasız kalmamalıdır, sosyal yaşam bizi ve vicdanımızı böyle eğitmiştir. İçimizdeki cezacının gücü anne babamıza doğrudan ceza vermeye yetmez. Bu nedenle biz çeşitli yollarla kendimize zarar ve böylece dolaylı olarak -kendi bünyemizde- ebeveynlerimize ceza verme eğilimine gireriz.

Kazalar, kayıplar, mutsuzluk bizim yaşarken içten içe sevindiğimiz deneyimler haline gelebilir. Ne de olsa, ebeveynlerimiz bizim bu halimize üzülüyorlardır. Ayrıca, kendimize ceza vermek, içimizde ebeveynimize ilişkin parçaya da ceza vermektir…

Kendimize zarar vermek için önce küçük kazalar yaratırız. Düşer dizimizi, dirseğimizi incitiriz. Daha sonra hastalıklar gelir. Ağır hastalıklar yaratıp, başta bizi babamızdan ayrı tutmaya gayret eden annemizi cezalandırır, sonra da babamıza “bak senin yüzünden neler oldu gördün mü” mesajı veririz.

Giderek neşemizi yitirmeye, içimize kapanmaya başlarız. Bu halimiz ebeveynlerimizin canını yakan, onları üzen bir haldir ve bunu sevgiyle kullanırız onlara karşı… Cezalandırma aslında bir dengeleme arzusudur. Eksik olanı sisteme katmak veya görünür kılmak adına yarattığımız bir yaklaşımdır. Neşeyle yakından bağlantılıdır.

Neşe eril ilkeye daha yakın olması nedeniyle, çocuğun yaşamına babayla geçirdiği zamanlar yoluyla katılır. Ancak annesini kaybetmekten korkan çocuk, babasıyla giderek daha az zaman geçiriyor ve dolayısıyla daha az neşeye ulaşıyordur. Giderek kendinin neşelenmeye değer olmadığına inanmaya başlar ve tabii cezayla elele olan kısır döngü de burada ona katılır…

Sıra neşesizliği dengeleme gereğine gelmiştir. Bu hali dengelemeye çalışan çocuk, iş yaşamında eğlenmeye, yaşamında eksik olan neşeyi oradan elde etmeye çabalar. Bu bilinçli bir yaklaşım değildir. Tamamen içgüdüsel ya da sezgiseldir.

Bir yandan anne sevgisini yitirme korkusu, öte yandan neşeye kendini değer bulmamak… Bocalamakta olan çocuk dengeyi para kazanıp o parayı elde tutamamakta bulur. Böylece neşe yaratmak için oynadığı oyunu her an yeniden, başka kostümler ve ayrı repliklerle sahneye koyabilecektir…

Başlangıçta söylediğim gibi kazandığınız paranın bereketi yoksa ne kadar kazanırsanız kazanın bir biçimde elinizden çıkıyorsa, bu oyundan da sıkıldıysanız, size önerim babanızın önünde saygıyla eğilip özür dilemenizdir.

Babanız çoktan dünyasına göçmüş, sizi ve annenizi yıllar önce terk etmiş ya da basitçe emekliye ayrılıp köşesine çekilmiş olabilir. Öyle bir durumu vardır ki bırakın size destek vermeyi, kalkıp kendi başına tuvalete gidemiyordur. Ya da her ne durumdaysa, yanınıza gelemiyor veya tüm olanlardan sonra ne yapsa sizin yüreğinize ulaşamıyordur.

Zihniniz size oyun oynamaya devam eder. “Babam zaten yaşlı, uzak, hasta, öldü, nerede olduğunu bile bilmiyorum” gibi tümcelerle sizi ondan uzak tutmaya başka bir deyişle ayrılık bilincinde olmanızı haklı kılmaya çabalar.

Siz onu dinlemeyin. Babanız nerede olursa olsun, ister yaşasın ister dünyasına göçmüş olsun, ister en iyi baba mansiyonu alacak kadar mükemmel, ister en kötü baba damgası yiyecek kadar zararlı olsun, siz ona saygıda kusur etmeyin. Babanız sizi görmese de ona saygı duyduğunuzu ve tam olarak nasılsa o haliyle kabul ettiğinizi duymasa da bilinçdışı alanda bu yaklaşımınızı bilecektir. O bilmese bile, sizin içinizde babanız aracılığıyla reddettiğiniz kısım geriye gelebilecek ve siz tekrar bir bütün olabileceksiniz.

Hayatta sağlamlık kazanmak, kolay ya zor kazandığınız paranın kalıcılığını sağlamak ancak bu bütünlüğü yakalamakla olasılık kazanır. Benden söylemesi…

Peki ne olacak? Ne yapmalı, nasıl başa çıkmalı?

Yapmanız gereken basit, babanızı, onun karşısında durduğunuzu ve gözlerine baktığınızı imgeleyin. Aynı anda babanızın arkasında tüm atalarınızın tüm deneyimleri ve onların sonuçları ile orada hazır olduklarını düşünün/var sayın. Babanızın gözlerine bakın ve sizi ne kadar sevdiğini görmeye gayret edin. Arkasında duran insan kalabalığına ve onların tüm ayrılık bilincine, kendi yaşamının tüm zorluklarına, annenizle olan tüm sorunlarına, kendi ebeveynlerinden alamadıklarına rağmen size yaşam verdiğini aklınızda bulundurun. Öylece bir süre kalın.

Sonra onun önünde eğildiğinizi, başınızı yere değdirip ellerinizi -avuç içleriniz yukarı bakacak şekilde- onun önüne doğru yere koyduğunuzu hayal edin. Bir süre öylece bekleyin ve sonra

“Babacığım sen büyüksün ben küçüğüm, bu güne dek sana saygısızlık ettim, çok üzgünüm, lütfen beni bağışla, seni seviyorum ve teşekkür ediyorum”

deyin.

Onun sevgisinin rahatlıkla size doğru akabildiğini, içinizin eksik kalan yanının tamamlandığını hissedene dek öylece kalın.

Bunu bir seferde yapamayabilirsiniz. Yılmayın, denemeye devam edin…

ALINTIDIR…

HAYATIN GETİRDİKLERİNDEN MESAJ ALMAK

Posted on 11 Ocak 2013 by Şebnem Akalın

Yıllar evvel, yirmili yaşlarımın başlarında bir otobüs yolculuğu yapıyordum. Yanımda benden 10 yaş kadar büyük bir hanımefendi vardı. Yol uzun ve gece karanlıktı   bir süre sonra sohbet etmeye başladık. Sigara içiyordu ve bunun nedenini bana anlatıyordu. Çok geç başladığını ama tiryaki olduğunu söylemişti. Sigara içme sebebi olarak da evliliklerini göstermişti.

Güzelce bir hanımdı ve eğlenceli bir sohbeti vardı. Ben nereye gidiyordum hatırlamıyorum, ama kendisinin Bodrum’daki yazlığında arkadaşları ile yeni yıl kutlaması yapmak üzere gittiğini anlattığını hatırlıyorum.

Bu günlerde bu olayı hatırlama sebebim; bu hanımefendinin bana anlattığı hayatıyla ilgili, bugünkü bakış açımla içimden gelenleri paylaşmak istemem…

İlk evliliğini, (kendi deyimiyle) bir zorba ile yapmıştı. Adam içki içiyor ve aşağılamalar ve küfürler eşliğinde karısına şiddet uyguluyordu. Çok mutsuz olmuştu ve birkaç yıl içinde boşanmıştı eşinden. Ama çok aşık olarak evlenmiş olduğu için bu ilişkiden ve ayrılıktan derin yaralar almıştı tahmin edebileceğiniz üzere.

Birkaç yıl sonra tanıştığı ve “melek gibi” olan ikinci eşiyle evlenmişti. Bu seferde bu eşin, kendisinin etrafında dönmesi, sürekli ilgilenmesi ve sevgiyle davranmasını kaldıramamış ve birkaç yıl içinde bu seferde tam tersi fazla ilgiden ve sevgiden bunaldığı için ayrılmıştı. O zamanki aklımla bile bunu anlayamamıştım, insan fazla ilgiden ve sevgiden neden bunalır? Ya da fazla ilgi ve sevgi diye bir şey var mıdır? Bence yoktur, sadece sevgi vardır…

Birinci evliliğinde kendi değerini anlaması ve bu dünyadaki gerçek amacını gerçekleştirebilmesi için bir zorba ile beraberdi. Bu eş ona kendisi olması gerektiğini ve ayakları üzerinde durması gerektiğini, gücünü eline alması gerektiğini acı bir deneyimle öğrenmesini sağlayacaktı ki bu onun seçimiydi. Bu onun öğrenebileceği tek yoldu. Ancak bu tam anlamıyla gerçekleşemedi ve ikinci şans olarak ilkinin tam tersi bir eş ona kendi değerini göstermeye çabaladı. Kendi değerini görmek istemeyen hanımefendi buna da bir bahane buldu ve bu şansını da kullanmadı.

Hayat, insana her zaman birden fazla şans verir. Ancak biz bu şansların hiç birini göremez ve kendimize iyileşme fırsatı veremez isek, kenara çekilir kollarını kavuşturur ve “hadi bakalım buyur kendin yap bundan sonra” der. Bundan sonra hayatımızdaki zor olan süreci böylece başlatmış oluruz.

Yol arkadaşım, bizim yolculuğumuz bittikten sonra neler yaşadı, başka şansları oldu mu? bilemiyorum. Umarım olmuştur ve “kendi kimliğini” ve “ben değerini” bulmuştur.

Ona çok sevgilerimle…

11.01.2013

VÜCUT SU KITLIĞI ÇEKTİĞİNDE

Posted on 07 Şubat 2013 by Şebnem Akalın

Hastalıkların zihinsel nedenlerini gözardı etmeden bu bilgiyi de hayata geçirmekte fayda var. “Su” çok önemli… (aşağıdaki bilgiler alıntıdır)

* Vücut su kıtlığı çektiğinde kandaki suyu kullanırsa, yüksek tansiyon hastalığına yakalanırız.
* Vücut su kıtlığı çektiğinde omurlardaki suyu kullanırsa, bel ve boyun fıtığı hastalığına yakalanırız.
* Vücut su kıtlığı çektiğinde kemiklerdeki suyu kullanırsa, gut – artrit gibi romatizmal hastalıklara yakalanırız.
* Vücut su kıtlığı çektiğinde akciğerdeki suyu kullanırsa, astım hastalığına yakalanırız.
* Vücut su kıtlığı çektiğinde pankreastaki suyu kullanırsa, şeker hastalığına yakalanırız.
* Vücut su kıtlığı çektiğinde midedeki suyu kullanırsa, ülser hastalığına yakalanırız.
* Bağırsaklarda su eksilirse, kabızlık meydana gelir ve kolon kanseri olma tehlikesi yaşarız.
* Hücrenin su eksikliği çok artarsa, beynimiz hücreye oksijen göndermeyi keser. Oksijen kesilmesi sonucunda da hücre kanserleşme sürecine girer !!!

Yeni bir çağ başlıyor! İlk telepatik iletişim sağlandı

Posted on 02 Mart 2013 by Şebnem Akalın

Artık bilim dışı diye kabul edilmeyen gerçekler bilimsel olarak inceleniyor ve ispatlanıyor. Tüm spritüel deneyimler, enerji, telepati, reiki vs hepsi… aşağıdaki yazı güzel bir örnek

Bilim adamları farklı kıtalardaki iki farenin beynini birbirine bağladı. Ayrı yerlerde bulunan fareler beyindeki elektrotlar sayesinde birbirlerini yönlendirmeyi başardı.

Bilimadamları, farklı kıtalarda bulunan iki farenin birbirleriyle iletişim kurmalarını sağladı. Brezilya’da bir araştırma enstitüsünde bulunan fare, elektronik bağ sayesinde ABD’de bir laboratuvarda bulunan diğer fareye sinyal göndererek onu yönlendirdi ve ödülü almasını sağladı. Araştırmacılardan Miguel Nicolelis, iki beyin arasında işlevsel bağlantı kurarak iki beyinli bir ‘süperbeyin’ yarattıklarını savundu. Nicolelis, bu buluşun felçli hastaların tedavisine ışık tutabileceğine dikkati çekti.

Miguel Nicolelis ve ekibi önce, su alabilmek amacıyla ışık yandığında bir kaldıraca basması için fareleri eğitti. Daha sonra farelerin, harekete bağlı bilgiyi kontrol eden beyin bölgesine çok ince elektrotlar yerleştirildi ve birbiriyle bağlantı kurması sağlandı. İlk fare deneyi başarılı geçtiğinde yani doğru kaldıraca bastığında beyni elektrik sinyali gönderdi. Bu sinyal aynı anda diğer farenin beynine aktarıldı.İkinci fare ödülü (su) almak için diğer farenin gönderdiği sinyaller sayesinde, görsel hiçbir ipucu olmadan, yüzde 70 oranında doğru kaldıracı buldu.

Nicolelis, ikinci farenin düşünce ya da görüntüleri almadığını, sinyaller sayesinde ilk farenin aldığı karara göre kaldıracı bulabildiğini belirtti. Sürecin çift taraflı işlediğini belirten bilimadamları, hata durumunda ilk farenin daha güçlü ve açık sinyaller gönderdiğini ifade etti. Bilimadamları, bir sonraki hedeflerinin, 2014′te Brezilya’daki Dünya Kupası’nda belden aşağısı felçli bir hastanın benzer yöntemle yapay bacak yardımıyla başlama vuruşunu yapmasını sağlamak olduğunu belirtti. Araştırma ‘Nature Scientific Reports’ dergisinde yayımlandı.

02 Mart tarihli Habertürk gazetesinden http://www.haberturk.com/dunya/haber/824110-yeni-bir-cag-basliyor

Madde değil Enerji

Posted on 08 Mart 2013 by Şebnem Akalın

Güneş, galaksinin merkezinden bilgi alır. Güneşin yanı sıra diğer yıldızlardan da ışık gelir. Evren kendi içindeki iletişimi ışık aracılığıyla sağlar. Yoğunlaşmış ışık evrenin her yanına yayılmış bir sinir sistemidir.Evrenin her yerinde düzenli bir bilgi akışı vardır. Veriler, Güneşten ve diğer yıldızlardan uzanan ışınlar halinde yayılır. Dolayısıyla ışınlar habercilerdir ve haberci ile eş anlamlı kelimelerden biri de “melek”tir. Işın bir melektir. Bir melek ise galaksinin merkezinden dışarı, yıldızdan yıldıza, Güneşten gezegene bilgi taşıyan ışıktan bir varlıktır.

Katı görünen bedenlerimiz de yoğunlaşmış Güneş ışığından yaratılmıştır. Tıpkı melekler gibi, bizler de ışığın taşındığı kanallar konumundayız.  Gerçek kimliğimizin meleksi veya ışık-dolu bir yapısı vardır. Bizler yeryüzüne ışıkla gelen bilgi dolu varlıklarız.

Tüm bilgilerin temel kaynağı evrenin merkezindedir. Evrenin bizim bulunduğumuz bölgesinde ise bu kaynak, kendi galaksimiz olan Samanyolu’nun merkezindedir. Bizim çevremizde kaynağımız güneştir. Bizim yerleşik bulunduğumuz evrenin dışında çok sayıda evren vardır.

Işıkla taşınan bilgi, sessiz bilgi olarak bilinir. Bu bilgeliğin sırrı sürekli yenilenen yaşamın şifreli metodudur. Güneş ışığımızdaki bu hayat kurtarıcı verilerin şifresi Dünyamız tarafından çözülür.

Toltek Rehberi, Don Miguel Ruiz

Mavi Mine Çiçeğinin Hikayesi

Posted on 11 Mart 2013 by Şebnem Akalın

İlkokul beşinci sınıfın yaz tatiliydi. Ailem beni, Ankara yakınlarında, kız çocukları için düzenlenmiş bir yaz kampına gönderdi. İzci kampına benzeyen ama, “light” izci kampı diyebileceğimiz 15 günlük bir kamp.

Kendimi yeni tanımaya başladığım bir dönemde, yeteneklerimi keşfettiğim, kampta gerçekleştirilen her türlü etkinliğin içinde yer aldığım çok eğlenceli bir süreç olmuştu. Tiyatro oyunu sergilemekten, tek kişilik bir gösteriye, darbuka çalmaktan vokal yapmaya, her türlü el işi çalışmalarından spor faaliyetlerine pek çok etkinlik.

Hayatımın en güzel anılarının saklandığı bir dönem ve tabi bir sürü kız arkadaş…

Bu kampta bir gün, serbest zaman geçirilen öğleden sonra akşamüzeri arası dönemde 4 kız arkadaşım ile beraber orman içinde yürüyüşe çıktık. Epey ilerledikten sonra biraz dinlenmek için oturduğumuzda sebebini o zaman için asla bilemediğim bir şekilde kızlara etrafta bulunan ısırgan otlarını bacaklarımıza sürmemiz gerektiğini söyledim. Onlar ben ne dersem yapıyorlardı (bunun nedenini hâlâ bilemiyorum   )

Hepimiz bacaklarımıza ısırgan otlarını bir güzel sürdük. Bu arada bir tanesi bacaklarımızı acıtmaz mı diye sordu. Ben bilgiç bir şekilde hayır dedim önce bunları sürelim ardından oturduğumuz yerde bulunan beyaz kireçli bir toprağı göstererek bu toprakları süreceğiz ve hiçbir şey olmayacak dedim.

Peki sonra ne olacak? Çevremizdeki çok sevdiğim mavi mine çiçeklerini göstererek bunlardan birer tane alıp gece yastığımızın altına koyacağız ve evleneceğimiz erkeği rüyamızda göreceğiz dedim.

2 gün sonra bir grup kız yanıma gelip ne dese beğenirsiniz? Sen ormanda bir gezi yaptırıyormuşsun bizi de götürür müsün? Ne kadar hoşuma gittiğini anlatamam   kampın sonuna kadar 3-4 kişilik grupları her gün bu spritüel deneyimi yaşatmak üzere ormana tur düzenledim.

Hiçbir kızın bacakları ısırgan otu yüzünden zarar görmedi ve hemen hemen hepsi rüyalarında birilerini gördüler 

Bu anım beni her zaman güldüren ve de çük düşündüren bir anı olmuştur.

Yıllar sonra ısırgan otunun bazı cilt hastalıklarında iyileştirici olarak kullanıldığını duyduğumda çok şaşırmıştım çünkü genelde bilinen ısırgan otu cilde temas ederse ciltte ciddi kızarıklıklar yanmalar oluşturduğu idi.

Şimdiki algımla baktığımda bu bir geçmiş yaşam hatırlamasıydı diye düşünüyorum. Bu bilgi bende vardı ve kendiliğinden ortaya çıkıvermişti. tabi bir de şu; insanlar kimlerin peşine takılıyor ya rabbi? 

Şebnem Akalın

11.03.2013

Reiki, Neyiki?

Posted on 15 Mart 2012 by Şebnem Akalın

Reiki eski zamanın enerjisi, artık bu çağa ayak uyduramıyor! Yeterli gelmiyor diyenler var. Bu cümleleri son zamanlarda pek çok arkadaşımdan ve danışanımdan duyuyorum.

Reiki; evrensel yaşam enerjisi, elle şifa verme yöntemi diyoruz. Bu söylem biraz iddialı gelse de enerji blokajları temizlendiğinde kişinin şifaya kavuşmasının yolunu açması sebebiyle rahatlıkla kullanabiliyoruz. 3 aşaması var ve hiç bir aşamanın birbirine bir üstünlüğü yok. 1. Aşamada sadece elle dokunarak ve fiziksel sorunlara enerji aktarımı yapılabiliyorken 2. Aşamadan sonra hem elle dokunarak hem uzaktan şifa göndererek, fiziksel sorunlar yanında duygusal sorunlara ve iyileşmesini istediğiniz sorunlu ilişkilere ya da gerçekleşmesini istediğiniz güzel konulara olumlu enerji aktarımı yapabiliyoruz. Anadolu’da yerleşik tabiri ile “el alma” yöntemi ile kişiler bu enerji akışını gerçekleştirmeye ehil olurlar.

Bu enerji aktarımı, “evrende var olan, çok güçlü evrensel enerji”nin aktarımıdır. Kişi kendisini bir boru ya da kablo varsayarak bu aktarımı yapar. Dolayısıyla kişinin herhangi bir katkısı yoktur.

Burada şu soru geliyor aklıma var olan evrensel yaşam enerjisi mi eskidi? J

Devam ediyorum, diyelim ki Reiki eskidi… Yeni enerjiler ile tamamen “Hikmet sahibi” olmuş ya da “Hidayet”e ermiş kişiler kimlerdir? Gerçekten böyle bir şey var ise kaçırmak istemem. Senelerdir Allahın her günü Reiki yapan ve pek çok konuda iyileşmeme yol açtığı için müteşekkir olan biri olarak merak ediyorum elbette. Ayrıca pek çok başka enerji çalışmasına katılmış, onlardan da çok faydalar sağlamış ve hepsinin başına Reiki’yi oturtan biri olarak…

Tüm bu enerji aktarımları, ve pek çok isim altında yapılan diğer enerji çalışmaları hepsi insanın bu dünyayı deneyimleme yolunda birer araçtır. Hepsi de gerçek manada değerlendirilirse, işe yarar. Bu çalışmalara sihirli değnek havası verilmesi, ya da bu beklenti ile yaklaşılması hiçbir şifa çalışma için doğru değildir.

Hiçbir çalışma insanın kendi özüne, iradesine ve aklına rağmen bir başarı sağlamaz. Kendinizi içine kattığınız her şifa çalışması ise başarılı olur. Siz kendinize yakın olan her ne ise bunu seçip güvenerek davrandığınızda tüm şifa yolları açılacaktır.

İlaç kullanırken ya da güzellik kremleri kullanırken düzenli kullanım çok önemlidir ve bunu herkes bilir ama enerji çalışmaları yaparken nedense bu külfet olarak algılanıyor ve bir iki deneyip bir kenara bırakılıyor. Bu durumda hangi süper, muhteşem, son sezon J şifa çalışmasını ya da uygulamasını denerseniz deneyin bir işe yaramayacaktır.

Reiki ile hayatınızda öyle açılımlar olur ki; “daha önce bunları hayal bile etmemiştim” dersiniz. Yumuşak ve pozitif bir enerjidir ve sizi özünüzle buluşturarak hayat amacınıza yönlenmenize yardımcı olur. Bence en büyük önemi bu açıdandır. Yeni oluşmuş fiziksel ya da duygusal sıkıntılarınız çok kısa bir sürede iyileşebilir. Kronikleşmiş olanlar ise zaman alabilir. Düzenli uygulamalarda uykusuzluk sorunu ortadan kalkar. Doktora gidip aldığınız tedavi ve ilacın yanında Reiki kullandığınızda çok hızlı iyileştiğinizi görürsünüz, gidemediğinizde de çok fayda sağlayacağınızı söyleyebilirim. İster tamamlayıcı olarak ister direkt olarak iyileşmek için kullanın, sonuç olarak her şekilde işinize yarayacaktır. Reiki’nin faydalarını burada anlatamam, hayatın her alanında iyileşmeye yardımcı olabileceği için, liste çok uzun…

Reiki’ye ve sizlere sevgiyle…

30.10.2012

Şebnem Akalın

Reiki Master-Eğitmen

Vak’a öyküsü-Aldatılmayı istemiş olabilir misiniz?

Ayşe, üst düzey yönetici bir kadın. Geçen hafta beni aradı ve acil gelmek istediğini söyledi. Geldiğinde rengi bembeyazdı, gülümseyerek “hoşgeldin” dedim. O ise sadece boş boş baktı.

Ne olduğunu sordum. Uzun zamandır eşinin kendisini aldattığından şüphelendiğini ama emin olamadığını ancak bir gün önce kesin olduğunu anlayacağı bir kanıtla karşılaştığını söyledi ve katılarak ağlamaya başladı.

EFT vuruşu yapacak hali yoktu, dolayısıyla ben yardımcı oldum ve başladık. Hiç bir şey söyleyemiyor sadece ağlıyordu. Arada sırada, ben bittim, ben öldüm, ben naparım gibi cümleler dökülüyordu ağzından, ancak devamını söyleyemiyordu. Ben vuruşları yapıyordum o ise sürekli ağlıyor ve tepiniyordu. Çok şiddetli bir kriz geçiriyordu. Böyle bir durumda hastaneye gitse, hemen sakinleştirici ile uyuturlar ardından antidepresan tedavisi uygularlardı.

Yaklaşık 1 saat, belki daha uzun bir süre, ben ona eft vuruşu uyguladım o ise ağladı, tepindi, kendisini bir o tarafa bir öbür tarafa attı. Zorlu geçen bu süreden sonra sakinleşmeye başladı.

Sakinleştiğinde olayı tekrar sordum. Bu sefer daha düzgün anlatabiliyordu. Kocam beni aldatıyor, bu kesin. Bu durumda boşanmam lazım, ama boşanmak istemiyorum dedi. Tamam dedim hadi sen vur boşanmam lazım diye. 1 tur sonunda asıl sorun geldi. Boşanırsam ben ne yaparım, tek başıma ne yaparım.

Hiç tek başına yaşamamıştı ve ne yapacağını bilemiyordu. Tek başına kalma korkusunu çalıştık, aldatıldığı için kızgınlık, öfke ve kıskançlık duygularını çalıştık. Ama en büyük sorun yalnız kalma korkusuydu. Böyle bir durumda zannedilenin aksine aldatılmasını çok da önemsemiyordu.

Sonra sordum; sen hiç ayrılmayı istemiş miydin? ya da ayrılsam da kurtulsam demiş miydin?

EVET dedi birden hatırladı ve gülümsemeye başladı. Evet ben istedim aslında. Kocasıyla çok anlaşamadığını ve pek de beğenmediğini söyledi. Mağdur olmadığını anlaması onu çok rahatlattı. Karar vermesi için acele etmesine gerek olmadığını anladı.

“Artık iyi ve rahatım, özgürüm, istediğim zaman karar veririm” çalıştık.

Ardından epeyce konuştuk. O kadar rahatlamıştı ki, kendisi inanamıyordu. Kaygıdan ne hale gelmişti ve şimdi ne haldeydi 🙂 Rengi düzeldi, sakinleşti, olayı rahatlıkla yönetebileceğine karar verdi. Espiriler ve gülmelerle seansı bitirdik.

1 Mayıs 2016

Şebnem Akalın | Hatırlatıcı

An’da Kalmak

Hayvanlar sadece saldırı anında adrenalin salgılayıp tehlike geçtiği “an”da kendi hallerine (mesela otlamaya devam ederler) geri dönebilirken biz insanlar her “an” tehlike altındaymışız gibi yaşıyoruz. ruhsal ve bedensel olarak çok yüksek stres taşıyoruz. her “an” bir tehlikeye karşı hazır olmak gerektiği için her “an” tetikteyiz.

“an”da kalmak aslındadoğal olan ve bunu duyarsızlıkolarak algılamayın. Sıkıntıda olanlar için elinizden geleni yapabilir ve yine de siz “an”da yani huzurlu ve sakin kalabilirsiniz.

Huzurlu ve rahat hissediyorsanız tam o sırada “an”dasınız demektir. bu rahat ve huzurlu “an”larınızı, stresli zamanlarınızda hatırlayarak (zihninizde çağırarak) yine “an”a dönebilirsiniz. eğer o “an”da size karşı gerçek bir tehdit yok ise, tam o “an”da fiili bir tehlike yok ise rahat ve huzurlu olmanız doğaldır.

Huzurlu ve rahat “an”ları zihinde çağırırken nefesinize de dikkat edin. Nefesinizi tutuyorsanız (ki; stresliyken nefes tutulur), hemen, doğal nefes alışınıza dönene kadar derin nefesler almaya başlayın.

Huzurlu ve rahat olmak neden mi gerekli? tüm yapmak istediklerinizi gerçekleştirmek için. Genel stres düzeyinizi düşürdüğünüzde siz çok ürekten, yaratıcı, akılcı, neşeli, mutlu, çalışkan olursunuz ve bunun ötesinde iyi olan her ne varsa hepsi

size gelir.

Daha ne olsun…

Şebnem Akalın | Hatırlatıcı

29.07.2016

Vaka Öyküsü-Gerçekte Neye kızıyoruz?

Orta yaşlı bir erkek, mutsuzum diye geldi. Yüzü asık ve gergin. Mutsuzluğu yüzünden okunuyor.

Sebep? dedim, evliliğim dedi. En çok hangi alanda mutsuzsun? dedim. Eşime çok kızıyorum dedi. Biz başladık seansa;
Eşime kızgınım, eşime kızgınım, eşime kızgınım…
Neden kızıyorsun? dedim. Yapması gerekenleri yapmıyor dedi.
Mesela? dedim. Kızımızla ilgilenmiyor dedi. Devam ettik; kızımla ilgilenmiyor, kızımla ilgilenmiyor…
Detayları anlatmayacağım tabiki ama kızgınlığının sebebinin borçları olduğunu söyledi.
Kendisi, doğup büyüdüğü ailede borç nedir bilmeden büyümüştü. Oysaki eşi borçlu olmanın normal olduğu ve çok inişli çıkışlı para durumlarının yaşandığı bir aileden gelmişti.
Eşinin para harcamayı bilmediğini düşünüyor ve saçına fön çektirmesine bile sinirleniyordu. Hani düğüne filan gidilmiyorsa kuaföre neden gidilsindi.
Oysa eşi üst düzey yönetici ve çok iyi para kazanıyor ve de işi için bakımlı olmaya özen gösteriyor. (bir kadın için bundan doğal ne olabilir  )
Borçlu olmanın dünyanın sonu olduğunu düşünüyordu. Çünkü evlenene kadar borç nedir bilmemişti ama evlendiği gün eşi kredi borçlarıyla gelmişti ve o gün bu gündür hep borçları vardı. Bir çeşit şok yaşamıştı. Bu nasıl olabilir? Kucağında bir ateş topu vardı sanki.
Uzunca bir süre çalıştık. Borçlu olmak normal ama plan yapmak lazım noktasına geldiğimizde oldukça rahatlamıştı.
Ama takıldığı bir nokta vardı, “ben tek başına bunu yapamam ki.”
Eşiyle birlikte yapmaları gerektiğini ama eşinin hiç rahatsız olmadığı için buna yanaşmadığını söyledi.
Dedim ki o zaman sen yap programı? Olmaz dedi tek başına mümkün değil.
Tek başına mümkün değil çalıştık bir süre. Sonra sordum, annen nasıl biriydi?
Dediki; annem çalışmıyordu babam çalışıp bütün kazancını anneme verirdi, sadece kendisi için biraz harçlık alırdı. Annem parayı yönetir, yatırımlar yapardı. Bu sayede bir sürü ev vs. alındı. Hepsi annem sayesinde oldu.
Detayları geçiyorum yine, sonunda şu noktaya geldik; eşinden annesi gibi davranmasını bekliyor, kendisi de babası gibi kafası rahat olsun istiyor ve para yönetme sorumluluğundan korkuyordu. (işte evren buna izin vermiyor  ) Eşi hiiiç öyle biri değil. Ama istersen ben tüm maaşımı sana vereyim ödemeleri sen yap diyor kocasına. Danışanım bunu kabul etmiyor çünkü bu ona çok büyük yük geliyor. Annesi gibi yapsa ya eşi…
Borçlarını düşündükçe deliriyor, kendisinin yapamayacağını dü?ünüyor mutlaka eşiyle beraber yapmalılar hatta eşi yapsın. Eşi yapmadıkça da her gün her saat her dakika sinir oluyor.
Tüm sorumluluğu eşine yüklüyor ve sonuç: MUTSUZ.
Seansın sonunda zihinsel dönüşüm gerçekleşti. Umut belirdi, kendisi yapabilir ve daha doğrusu kendisi yapmalı. Tüm ağırlık kalktı üzerinden, parayı yönetmek yük gelmiyordu, yapabilirim diyordu gülerek. Artık biliyor ki o değişirse herşey değişecek. Sorumluluk almaktan korkusu kalmadı.
Giderken olanlara inanamıyordu. Sonrasında ise kaç gündür borç ile ilgili hiç endişelenmediğini ve daha mutlu olabildiğini konuştuk telefonda.
1-2 seansımız daha var, anne ve babadan özgürleşmek ve sorumluluk almak üzerine geçireceğimiz 1-2 seans. Özgürleşmek dediğimi yanlış anlamayın ilişkileri daha sağlam hale gelecek.

Bilinçaltı nasıl kodlanmış görüyor musunuz?
Şebnem Akalın | Hatırlatıcı